6 Ekim 2013 Pazar

Mektupları Yakıyorum



Bir yangın başlattım ben; bıktığımdan artık

eski mektupların beyaz renkli yumrukları ve öldüren gevezeliğinden

çöp kutusuna epey yaklaştığımda.

Benim bilmediğim neyi biliyorlardı ki sanki?
Kaçak bir araba gibi pak su sevdasının sırıtarak uzaklaşmasıyla
tüm kum taneleri
tek tek gözler önüne serildi
Ben hilekâr değilim.
Aşktan, bıktım artık aşktan
İçinde nefret taşıyan karton kutulardan, tutkalın renginden
ambalajlardan
Aptal, kırmızı ceketli adamların gözlerine ve posta damgalarının
tarihlerine bakmaktan.

Bu yangın can yakabilir ya da sönebilir bir anda; fakat acımasızdır daima
Bir gözlük kabını
açabilir parmaklarım
-Kırık ve bozuk, dokunma-
yazıyor olmasına rağmen üzerinde.
İşte yazıma uygun bir son.
Eğilen, korkuyla diz çöken dinç kancalar ve gülümsemeler,gülümsemeler
En azından güzel bir yer olacak artık, tavan arası.
Yüzeyin altında oltaya takılmış,
tek bir gözüyle yakamozları seyreden
bir bu arzu, bir o arzu arasındaki kutup bölgesinde
dolaşıp duran ahmak bir balık olmayacağım en azından.

Bu yüzden, uçuracağım yaşlı kuşları evimden
Daha güzel onlar benim vücutsuz baykuşumdan.
Yükselip uçarak kör gözleriyle
avutuyorlar beni.
Havada çırpınırlarken siyah ve parıldayan
kömür melekleri gibi görünüyorlar
Ve söyleyecekleri hiçbir şeyleri yok
biri dışında kimseye.
Şahit oldum buna ben.
Bir tırmığın arkasıyla
insan kokan o mektupları tanelerine ayırdım
Yelpaze gibi serdim onları
Çivit, tuhaf rüyalarda ve
Bir cenin içinde varlığını sürdüren
Sarı marullar ve Alman lahanalarının ortasına
Ve siyah kenarlarıyla bir isim
Çürüyor ayakuçlarımda
Salep çiçeği
Köklerin ve usanmışlığın,
solgun gözlerin ve rugan seslerin yuvasında duruyor!
Ilık yağmur yalnızca saçlarımı yağlandırıyor, söndürmüyor hiçbir şeyi.
Ağaçlar gibi alev alıyor damarlarım.
Köpekler dışkılamaya devam ediyorlar. Böyle bir şey işte bu.
Bilindik bir patlama ve yırtılmış bir poşetten sızıp hiç durmayan bir feryat
Ölü bir gözüyle,
Tıkanmış ifadeleriyle durmaksızın devam ediyor
Anlatıyor bulut parçacıklarına, yapraklara, suya ölümsüzlüğün ne olduğunu
Havayı boyayarak.
Ölümsüzlük işte bu.

Sylvia Plath

15 Eylül 2013 Pazar

Middelburg Bölgesi Ulusal Ordu Komutanı Bay Herman Sneiders'a,



Middelburg Bölgesi Ulusal Ordu Komutanı Bay Herman Sneiders'a,

Sayın bayım, geçen hafta yasalar gereği orduya katılmam için belediye ofisine gelmemi belirten bir belge aldım. Bildiğiniz üzere belediye ofisinde bulunmadım ve bu mektubu gelmeye niyetli olmadığımı sizlere açıkça bildirmek için yazıyorum. İyi biliyorum ki ağır bir yükün altına giriyorum, çünkü yasalarca beni cezalandırma hakkına sahipsiniz. Yine iyi biliyorum ki bu hakkınızı kullanmaya çekinmeyeceksiniz. Ancak mevcut durumdan korkuyor değilim. Çünkü beni ayakta tutan sebepler, bu yükü kaldırmamı sağlayacak kadar güçlü.

Bir Hıristiyan olmamama rağmen, insanlığın doğasına, insan zihnine kök salmış bu buyruğu ki bu kutsal emirlerden biridir, çoğu Hıristiyan'dan daha iyi anlıyorum. Genç bir erkekken, bana askerlik zanaatının, öldürme sanatının öğretilmesine izin vermiştim. Artık kararımı değiştirdim. Başkalarının emri ile kimseyi öldürmeyeceğim; vicdanımda sebepsiz yere kara bir leke bulunmasına izin veremem.

İnsanlığı, öldürmekten veya katliamdan daha çok alçaltan başka bir şey söyleyebilir misiniz? Öldürmek gibi bir yeteneğim olmadığı gibi bir hayvanın öldürülüşünü görmeye bile katlanamam; bu yüzden vejetaryen oldum. Ancak şimdi bana hiçbir zarar vermemiş insanları öldürme emri veriliyor; çünkü anladım ki askerlere, ağaçların yapraklarını ve dallarını vursunlar diye öğretilmiyor silah kullanmak. Belki de ulusal ordunun toplumsal düzeni koruduğu yönünde bir savunmada bulunacaksınız. Bay Kumandan, size cevabım şu olacaktır: Sizin savunmanızı ancak toplumumuzda gerçek bir düzen olsaydı, insanlar acı çeker halde yaşamasaydı, bazıları lüks içinde yaşarken bazıları açlıktan ölmeseydi kabul edebilirdim. Ancak o zaman gözümde toplumsal düzenin koruyucuları olurdunuz, şimdi değil. Bay Kumandan, birbirimize oyun oynamak zorunda mıyız? İkimiz de sosyal düzeni korumanın yoksul emekçilere karşı zenginleri desteklemek olduğunu biliyoruz. Yoksa ulusal ordunun Rotterdam'daki son harekette, ne amaç taşıdığını bilmediğimi mi düşünüyorsunuz? Askerler etkilenen ticarethanelerin mallarını korumak için sebepsiz yere saatlerce görev başında olmak zorunda kaldı. Şimdi, bir an bile kendi hakları için mücadele eden emekçileri vurduğumu düşünebilir misiniz? Sanmıyorum ki bu kadar kör olasınız. Sizin istediğiniz gibi o tek tip itaatkâr askerlerden biri haline gelemem.

Bütün bu nedenlerden, özellikle de başkasının emri ile öldürmeye duyduğum nefretten, ulusal bir asker olarak hizmet vermeyi reddediyorum. Sizden, bana ne bir üniforma ne de bir silah göndermemenizi rica ediyorum, çünkü kararlıyım, onları kullanmayacağım.

Sizi selamlıyorum Bay Kumandan.


J. K. van der Veer


















7 Eylül 2013 Cumartesi

Elveda Alyoşa !



ilkyaz sabahlarında uçuk, buğulu, baygın iğde kokularıydı. gün ne kadar sıcak geçecek olsa, şafak vakitlerinin ürpertici, güzel serinliğiydi. birden boşanan sağanaklar ve caddelerin iki yanındaki akasyalara tünemiş binlerce serçenin, insanı sersem eden cıvıltılarıydı. bitmiş bir aşkın can çekişmesi; gece yarısı telgraflarının izinde, postane kapılarında uzun, ezik bekleyişler; bir ayrılıp bir kavuşmalardı. fıstıki yeşil, patlıcan moru entarilerim; gündüz insan, gece kurt yaşamım; yalnız evimin duvarlarına renkli tebeşirlerle yazdığım aşk dizeleri, yarım kalmış bir tutkuyu sökmek için yaşanan kaçamak çılgınlıklardı. meze tabaklarına düşen erik baharları; buzbağ şarabının kadehimizdeki koyu vişne rengi; aylı gecelerde, olmayan bir denizi özlemle aramaya çıktığımız çankaya tepeleri; birden aklımıza esip kendimizi attığımız, ertesi sabah istanbul'da, izmir'de, bursa'da uyandığımız anadolu otobüsleriydi. karpuz yüklü kamyonların arkasında tuz gölünü geçip peri bacalarına vardığımız; ilk hıristiyanların gizli tapınaklarının sükûnetinde, dörtnala sonsuz bir koşu olan hayatımızın tatlı yorgunluğuna çare aradığımız; ufak tefek taşlı yokuşlardan nefes nefese kaleye tırmanıp, alev alev yanan avuçlarımızı ve alnımızı binlerce yıllık tanrıçaların, hitit heykellerinin, donuk mermerlerin serinliğine yasladığımızdı.

forumlar, yürüyüşler, mitingler, işgallerdi. kongreler, toplantılar; tutkulu, ateşli tartışmalar; hırslı, keskin karşıtlıklardı. yurtlarda, kampuslarda öğrencilerle birlikte nöbet tutup sabahladığımız; tüm saatlerin, tüm hayatların bilinmeyen bir devrime ayarlı olduğu, "ho, ho, ho şi minh, daha fazla vietnam"lı, "son sözümüz söylenmedi, kavga yeni başlayacak"lı, çılgın umutlarla dolu masal günlerimizdi. yazı yazarak, yazı tartışarak sabahladığımız; dünyayı, yaşamı, savaşı, devrimi, sosyalizmi, insanı, kendimizi belki bir daha hiçbir zaman yapmadığımız kadar ciddiye aldığımız inançlı, coşkulu, özverili, umutlu 25 yaşımız, 30 yaşımızdı.

külüstür mavi kaplumbağa arabaya balık istifi doluşup, çantalarımızda sosyalizm üstüne, faşizm üstüne kitaplarla cılız çamların altında gizli köşeler aradığımız; yaklaştığını sezdiğimiz fırtınaya karşı çocuksu önlemler, romantik çözümler bulduğumuz; evlerimizden bir sabah çıkıp bir daha uğramadığımız; kuşlar gibi hür, bulutlar kadar uçucu olduğumuzdu. dört bir yana dağılışımızdı sonra... bir gün ders ortasında kürsüden alınıp götürülüşüm; evlerimizi, hayatlarımızı, kimliklerimizi didik didik eden tomsonlu, postallı 'hâki'ler - birkaç afiş, birçok dergi, kitap, külüstür daktilom, arkamdan mahzun bakan küçük kara kedim, kuşkulu, korkulu bakışlarını üzerimde hissettiğim apartman komşuları; bir bölük silahlı asker arasında komik miki fimlerini andıran gülünç halimdi. gözü bağlı götürüldüğüm kışlaların rutubetli, taş işkence odalarındaki kapana kısılmış fare korkum, kadınlar koğuşunun havalandırma avlusundan görülen mavi boyalı yoksul gecekondular, sonbahar sislerinin masal bahçelerine dönüştürdüğü kırlar, söğüt ağaçları,demir kapılar kapandıktan sonra içilen demli, sıcak çayların buruk mutluluğuydu.

bugün içimde incecik bir hüzün, seni düşündüm alyoşa. oysa aramızda hüzne en yabancı olan sendin. duvarlarımdaki aşk şiirlerin - "seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi / geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı musluğa dayayıp su içer gibi" - nazım'dan bile olsalar, devrimciliğe yakışmaz sayıp çocuksu bir öfkeyle silmeye çalışırken; öğrenci forumlarında, tartışma toplantılarında, işçi mitinglerinde kendine ve fikirlerine sonuna kadar güvenli, kendi doğrularından hiç kuşku duymayan ateşli konuşmalar yaparken; kendi aramızdaki bitip tükenmez tartışmalardan sıkılıp, lafı "az laf, çok iş," diye noktalanırken; ya da keyifli bir gününde, koca bir tepsi hamsili pilav yapıp, yarısını daha sofraya oturmadan silip süpürdüğünde, gözlerini yere eğip mahcup gülümserken, hüzün yanına yaklaşmaya bile cesaret edemezdi.

kedileri, kâğıttan binbir çeşit hayvan yapmayı, hamsiyi ve tatlıları severdin. alyoşa adına hak kazandıran çocuksu iyimserliğin, saflığın, gözükara aceleciliğin, hep harekete, işe, eyleme dönük didinmen... bir yanından bakınca öte yanı görebileceğim duygusuna kapılırdım. "yaşam dolu" denilemez, hayır! ağaçlar, otlar, geyikler, kediler, sular gibi yaşamın, doğanın gıllıgışsız, dümdüz bir uzantısıydın sen! insanları biraz buğulu, biraz gizemli kılan, coşkuyu törpüleyen, heyecanı yatıştıran, eylemi arkaya itip duyguyu öne çıkaran hüznün ne ilgisi var seninle!

dört bir yana dağılmış kitaplar, dergiler, kâğıtlar arasında nasıl da coşkulu, hummalı, hırslı çalışırdık... hatice abla fasulye pilakisini, havuç salatasını, zeytinyağlı dolmaları dünden yapıp buzdolabına koymuş olurdu. işe içki karıştırmamalı kuşkusuz! yine de bir yerlere zula ettiğim şarabı son dakikada biraz ürkek, biraz mahcup masaya koyarken bir tek senin gözlerini arardı gözlerim. yine böyle bir gündü: hani alyoşalık payesini artık bir daha hiçbirimizin unutamayacağı biçimde hak ettiğin sonbahar akşamı... kızgın kızgın homurdanma! yüz yaşına gelsek bile, birlikte her sofrada, her içki masasında anımsayacağız. adaşımın bir yerlerden bulduğu, günün sürprizi olarak sakladığı siyah etiketli skoç viskiden payına düşeni, "ben içmem," diye itiraz etmeye de çekinip, kimselere göstermeden gizlice mutfak musluğuna dökerken yakalamıştık seni. alyoşalığın bir kez daha tescil edilmişti o gün.

bahçelievler son durak... elimde köşedeki kuruyemişçiden alınmış leblebi, şamfıstığı, dutkurusu, fındık, üzüm paketim. çantamda bir küçük konyak ve notlar, kâğıtlar, kitaplar, dergiler... tam donanımlı askerler gibi hazırlandık çalışmaya. yine sabah sabahlayacağız. derginin yetişmesi gerek. dünyanın, tarihin, türkiye'nin, tüm insanların sorumlululuğu omuzlarımıza yüklü. buram buram inanç, umut, sosyalizm, devrim olan ankara günlerimiz! daktilo başında sabahladığımız; geleceğin ve dünyanın avuçlarımızın içinde olduğuna inandığımız; gece otobüslerinde, ankara'yı istanbul'un işçi semtlerine, öğrenci eylemlerine, basımevlerine, grevlere bağladığımız; serin şafak vakitlerinde iğde kokulu yollardan geçerek evlerimize, işlerimize dağıldığımız ankara günlerimiz!..

belki de bugün, şafakları iğde kokan uykusuz gecelerden onlarca yıl ve binlerce yol uzakta, sabah erken bastıran hüznün asıl anımsattığı, sen değildin de, o günlerdi alyoşa. tüm yaşantımızın hem çok gerçek, hem de masal olduğu; hayallerin, coşkuların, umutların sınırının nerede bitip gerçek dünyanın nerede başladığının bilinmediği; henüz yaşanmamış acılara, ayrılıklara, ölümlere, işkencelere, zındanlara, geleceği acılı, karanlık kılan ne varsa hepsine meydan okuduğumuz günler...

belki türkiye'den gelmiş bir gazetenin iç sayfalarında gördüğüm küçük fotoğrafındı sabah sabah hüzünlendiren beni. hiç yaşlanmayacağını sandığım, çocuksu, aydınlık, hiçbir şey saklamayan, hiçbir gizi olmayan yüzün... belki de hüzün o fotoğraftaki biraz bezgin, çok, ama çok yorgun ifadede, aklaşmaya yüz tutmuş saçlarında, sertleşmiş çizgilerinde, yorgun bakışlarındaydı; belki de, gazetecinin yönelttiği sorulara verdiğin ölçülü biçili, ağırbaşlı yanıtlardaydı. "alyoşa'nın önüne geçilmez yükselişi" şakamızda saklı olandı; yazdığın son mektubunun "kendimi yorgun hissediyorum. artık viskileri musluğa dökmüyorum, kendi çapımda çok içtiğim bile söylenebilir" dediğin satırlarıydı... ama asıl, ne çocuk yüzündeki yorgun ve yaşlı bakışlar, ne içki içmeye başlamış olman, ne bir daha asla yakalanamayacak güzel bir geçmişe duyduğun özlem! hayır, hiçbiri değil, asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, "aklı başında"lığında, hesaplılığındaydı hüzün." artık iyimser olamıyorum," demendeki gizli boyun eğişte, kanıksamışlıkta, artık olduğun gibi olmanda, artık hiçbirimizin eskisi gibi olamamamızdaydı...

istanbul günlerimizde, cağaloğlu'ndan sirkeci'ye yorgun argın inip bir an dinlendiğimiz üsküdar vapurlarında, bir yandan güneşi batırıp bir yandan usul usul konuşurken - ne çok konuşurduk, ne kadar sözümüz vardı söylenecek! - batan güneşin sarayburnu önlerindeki oynak denizde bıraktığı izleri görmediğini düşünürdüm hep. sofralar kurulurken oburca bir iştahla yarıladığın mezelerin tadına varamadığını; içkilerin tadı gibi karmaşık duyguların tadını alamayacağını düşünürdüm. seni, biraz da bu yüzden, hiçbirimizin tam beceremediğimiz bir işi, alyoşa olmayı başarabildiğin için severdik. şimdi, güneşi dünyanın dört bir yanında batırdıktana sonra, ufuktaki son kırmızı çizgilerin güzelliğini, nadide mezelerin ağır ağır yenmesi ve konyağın balon kadehlerde, avuçta ısıtılarak içilmesi gerektiğini, karmaşık duyguları, sinsi acıları, yengileri, hele de uzlaşmaları öğrendiğinden beri, alyoşa adı artık hiç uymuyor, hiç yakışmıyor sana.

gazetenin iç sayfalarında bir köşede, senin küçük fotoğrafının yanında, kızıl meydan'ın köşesindeki o peri masalı kiliseciğin resmi var. - geceleri, sütlü lacivert gökyüzünde kremlin'in kızıl yıldızı parladı. masal kilisesinin rengârenk, çiçek çiçek kubbelerinin, kulelerinin hemen karşısında lenin'in anıt mezarının önü, törensel nöbet değişimini izlemeye gelenlerle dolardı. arkada kızıl bayraklı, kızıl yıldızlı kremlin, yüzyılımızın gerçekleşmiş sandığımız en büyük masalınının, en güzel umudunun kutsal simgesi gibi kale duvarlarının ardında saklanırdı. - masal kilisesinin resminin altında 'kızıl meydan değişiyor', başlığı... senin fotoğrafının yanına iri siyah puntolarla, senden bir alıntı: 'çağın değiştiğini görmek, değişime uymak zorundayız.'

ne olur bu kadar doğru, gerçekçi, akıllıca konuşma alyoşa! ne olur en pahalı, en nadide içkileri yine musluğa dök. böyle kibar bir doygunlukla oturma, oburca saldır yemeklere. tüm aşk şiirlerini duvarlardan değil de kitaplardan bile söküp at istersen! ne olur eskisi kadar aldırmaz, coşkulu, hesapsız, aceleci, öfkeli, uzlaşmasız ol. siyasal hasımlarına söv, say! yalan söyle:"hiçbir şey değişmedi, dimdik ayaktayız" de! yüzündeki o yaşlılık maskesini, bakışlarındaki donukluğu at, çocuk gülüşünle gül gazete sayfalarında. masal bitmesin alyoşa, korkuyorum! masal şatoları yıkılmasın. cadılardan, devlerden kaçarken yolunu yitiren çocuklara yollarını gösteren yakuttan masal yıldızları yere düşmesin, parçalanmasın!..

her şey yıkılıyor... duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller, hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey... her şey tuzla buz, paramparça!..

merhaba yeni dünya!

elveda alyoşa!

Oya BAYDAR

5 Eylül 2013 Perşembe

Açık Atlas



Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
Tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
Su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
Bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

Meseler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardir?

En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
Yalnız Orta Doğu'da el altında satılan bir atlas
Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

Bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çit, usul isa asi olmuş
İkinci karnede babası yarısını silahıyla dışarda bırakıp
Öyle ögretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğun
Boş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

Açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasin Fırat ama

Hayatin orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocuklarin
Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

Efendiler! Eşekler susabilirler
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?


Ece Ayhan 

2 Ağustos 2013 Cuma

Paris Sıkıntısı


Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu.

Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle?
Şarapla,
Şiirle
Ya da erdemle,
Nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun…
Ve bazı bazı, bir sarayın basamaklarında, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun;”saat kaç?” diyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size “ sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz…”


I

YABANCI

Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, anam mı, babam mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?

"Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim."

"Dostlarını mı?"

"Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız."

"Yurdunu mu?"

"Hangi enlemdedir, bilmem."

"Güzelliği mi?"

"Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."

"Altını mı?"

"Siz Tanrı'ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim."

"Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?"

"Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları ... eşsiz bulutları!"



II

YAŞLI KADININ UMUTSUZLUĞU

Yüzü buruş buruş ihtiyarcık, herkesin eğlendirmeye, gönlünü hoş edip sevgisini kazanmaya çalıştığı bu güzel çocuğu görünce, içinin sevinçle dolduğunu duydu; kendisi, yani ihtiyarcık gibi çok zayıf, gene kendisi gibi saçsız ve dişsiz olan bu güzel yaratığı.

Ona gülücükler yapmak, güler yüz göstermek için yanına yaklaştı.

Ama çocuk dehşete düşmüştü, çökmüş kadının okşayışları altında çırpınıyor, evi çığlıklarla çınlatıyordu.
O zaman iyi ihtiyarcık dur as ız yalnızlığına çekildi, bir köşede ağlıyor, kendi kendine söyleniyordu: - "Ah! bizler, biz zavallı, kocamış dişiler için hoşa gitme, arı yaratıkların hoşuna gitme zamanı bile geçti; sevmek istediğimiz küçük çocukları korkutuyoruz."



III

SANATÇININ DUASI

Gün sonları ne kadar içe işleyici güzün! Ah! can yakacak kadar işleyici! çünkü öyle tatlı duyular vardır ki dalgaları yoğunluklarını önlemez; Sonsuz'un ucundan daha keskin uç da yoktur.

Bakışı göğün, denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak ne büyük zevk! Yalnızlık, sessizlik, göğün eşsiz arılığı! ufukta titreyen, küçüklüğüyle, yapayalnız kalmışlığıyla kendi çaresiz varlığına öykünen bir küçük yelken, dalganın tekdüze türküsü, bütün bu nesneler benimle düşünüyorlar, ya da ben onlarla düşünüyorum (çünkü ben düşlerin enginliğinde öyle çabuk yitiyor ki!); düşünüyorlar, diyorum, ama dilbazlığa, karşılaştırmaya, sonuçlamaya başvurmadan ezgimsi bir biçimde, garipsi garipsi düşünüyorlar.

Gene de bu düşünceler, ister benden çıksınlar, ister nesnelerden fırlasınlar, fazlasıyla güçleniyorlar çabucak. Güç, hazda bir huzursuzluk, olumlu bir acı yaratır. Fazla*sıyla gerilmiş sinirlerim tiz ve sızılı titreşimlerden başka bir şey vermiyor artık.

Şimdi de göğün derinliği şaşkına döndürüyor beni, duruluğu çileden çıkarıyor. Denizin duygusuzluğu, gözlerimin önündeki görünümün değişmezliği ayaklandırıyor beni ... Ah! hep böyle acı mı çekmeli, yoksa hep kaçmalı mı güzelden? Doğa, acımak bilmez sihirbaz, her zaman üstün çıkan karşıt, bırak beni! İsteklerimi ve gururumu baştan çıkarmayı bırak artık! Bir düellodur güzeli incelemek, sanatçı dehşetten haykırır bu düelloda, sonra da yenik düşer.



IV

ŞAKACININ BİRİ

Yeni yılın patırtısı sarmıştı her yanı: içinden binlerce araba geçen, oyuncaklarla, şekerlemelerle kıvılcımlar saçan, hırslarla, umutsuzluklarla dolup taşan çamur ve kar kargaşası, bir büyük kentin en güçlü yalnızın bile kafasını allak bullak edecek kadar zorlu sayıklaması.

Bu kargaşalık, bu gürültü patırtı ortasında bir eşek, var hızıyla koşuyordu, eline bir kırbaç almış bir kaba herif canına okumaktaydı.

Eşek tam kaldırımın köşesinden dönecekken, eldivenli, cilâlı, acımasızca kravatlı, yepyeni giysiler içinde tutuklu bir yakışıklı bey, zavallı hayvanın önünde saygıyla eğildi, şapkasını çıkardı: "Mutlu yıllar dilerim," dedi, sonra da bir kendini beğenmişlik içinde kimbilir hangi arkadaşlara doğru döndü, gönencinin yerinde olduğunu söylesinler istiyordu sanki.

Eşek bu yakışıklı şakacıyı görmedi, görevinin kendisini çağırdığı yere doğru, var gücüyle koşmasını sürdürdü.

Bense bu görkemli budalaya sonsuz bir öfke duydum birden, Fransa'nın bütün ruhunu kendinde yoğunlaştırmış gibi geldi bana.


V

İKİ KİŞİLİK ODA

Bir düşe benzeyen bir oda, gerçekten ruhsal bir oda, durgun havası hafiften pembeyle maviye kaçan.

Pişmanlık ve arzu ile kokulandırılmış bir tembellikte yunar burda ruh. Alacakaranlığımsı, mavimsi, pembemsi bir şey; bir güneş tutulması sırasında bir haz düşü.

Eşyaların biçimleri uzanık, bitkin, soluk. Eşyalar düşe dalmışlar sanki; uyur-gezer bir yaşam sürüyorlar diyeceği gelir insanın, bitkiler, madenler gibi. Kumaşlar dilsiz bir dil konuşuyorlar, çiçekler gibi, gökler gibi, batan güneşler gibi.

Duvarlarda hiçbir sanat pisliği yok. Arı düşle, çözümlenmemiş izlenimle karşılaştırılınca, tanımlanmış sanat, olumlu sanat bir küfürdür. Burada, uyumun yeterli aydınlı*ğı, çok güzel karanlığı var her şeyde.

İnce mi ince bir koku yüzüyor bu havada, pek hafif bir ıslaklık karışıyor içine, ruh sıcak ser duyularıyla ığralanıyor.

Pencerelerin önüne, yatağın önüne muslin yağıyor bol bol, karlı çağlayanlar gibi açılıp seriliyor. Bu yatağın üzerine Sevgili, düşlerin sultanı yatmış. Ama nasıl gelmiş buraya? Kim getirmiş? Hangi sihirli güç yerleştirmiş onu bu düş ve şehvet tahtına? Ne çıkar! İşte burada ya! onu tanıyorum.

İşte alevleri alacakaranlığı delip geçen gözler, o anlaşılmaz ve korkunç gözler, tüyler ürpertici kötülüklerinden biliyorum onları! Kendilerini seyre dalan düşüncesizin bakışını çekiyor, egemenliği altına alıyor, yutuyorlar. Onları, merakı da, hayranlığı da buyruk altında tutan o kara yıldızları -sık sık incelemişimdir.

Böyle gizemle, sessizlikle, huzurla, hoş kokularla kuşatılmamı hangi iyiliksever cine borçluyum? Ey göksel mutluluk! şimdi tanıdığım, dakikası dakikasına, saniyesi saniyesine tadını çıkardığım yüce yaşamla genel olarak yaşam diye adlandırdığımız şeyin hiçbir ortak yanı yok, en mutlu yayılışında bile.

Hayır! dakikalar yok artık, saniyeler yok! Zaman silindi: Durasızlık egemen her şeye, bir hazlar durasızlığı!

Ama korkunç, ağır bir vuruş çınladı kapıda, tıpkı cehennemsi düşlerdeki gibi, mideme bir kazma indi sanki.

Sonra bir Hayalet girdi içeri. Bir yasa adamı, yasa adına işkence edecek bana; aşağılık bir kapatma yoksulluğuyla başımı şişirmeye, yaşamının bayağılıklarını yaşamımın acılarına eklemeye gelmiş; ya da gazete müdü*rünün adamı, yazının gerisini isteyecek.

Cennetsi oda, sevgili, düşlerin sultanı, büyük René'nin deyimiyle Sylphide, bütün bu büyü, Hayaletin sert vuruşuyla silindi.

Korkunç! anımsıyorum! anımsıyorum! Evet! bu izbe, bu bitmez sıkıntının otağı, benimkinden başkası değil. İşte, saçma, tozlu, kırık-dökük eşyalar; tükürüklerle kirlenmiş, alevsiz, korsuz şömine; tozlarına yağmur çizgiler çizmiş, hüzünlü pencereler; yazılar, çizikler içinde, kalemin uğursuz tarihler çiziktirdiği bitmemiş defter!

O bir başka dünya kokusunun, eksiklerden, kusurlardan arınmış bir duyarlık içinde beni sarhoş eden kokunun yerini, çok yazık! bilmem hangi mide bulandırıcı kütle karışmış, pis bir tütün kokusu aldı.

Bu dar, ama ağzına kadar tiksintiyle dolmuş dünyada, yalnız bir nesne gülümsüyor bana; Laudanum şişesi; eski ve korkunç bir dost; bütün dostlar gibi, ne yazık! okşayışı da, zalimlikleri de pek çok.

Ya! evet! Zaman yeniden belirdi; Zaman hükümdar, Zaman hüküm sürüyor şimdi, çirkin ihtiyarla birlikte bütün o şeytansı topluluğu geri döndü: Anılar, Pişmanlıklar, İspazmozlar, Bunaltılar, Karabasanlar, Öfkeler, Bunalımlar.

İnanın bana, Saniyeler güçle, görkemle belirdiler şimdi, saatten fışkırdıkça: - "Ben Yaşamım, katlanılmaz, amansız Yaşamım!" diyor her biri.

İnsan yaşamında bir müjde veren, herkeste anlatılmaz bir korku uyandıran müjdeyi veren bir tek Saniye vardır.

Evet! Zaman hüküm sürüyor; gene başladı zorba yönetimine. Sanki öküzmüşüm gibi sopasının iğnesiyle itiyor be*ni: - "Deh, deh, be, eşşek! Terle bakalım, tutsak! Yaşa bakalım, cehennemlik!"


VI

HERKESE KENDİ DÜŞÜ

Külrengi, engin bir gök altında, yolsuz, çimensiz, dikensiz, ısırgansız, geniş, tozlu bir ovada, birçok insana rastladım, iki-büklüm yürüyorlardı.

Her biri bir un, bir kömür çuvalı kadar, Romalı bir piyadenin donatımı kadar ağır, kocaman bir Düş taşıyordu sırtında.



Ama korkunç hayvan cansız bir ağırlık değildi, tam tersine, çevik, güçlü kaslarıyla sarıyor, eziyordu adamı; iki koca pençesiyle alnının üstüne geliyordu; eski savaşçıların düşmanı daha bir dehşete düşüreceğini umdukları şu korkunç miğferler gibiydi.

Bu adamlardan birini sorguya çektim, böyle nereye gittiklerini sordum. Hiçbir şey bilmediğini, kendisinin de, ötekilerin de bir şey bilmediklerini; ama yenilmez bir yürüme gereksinimiyle itildiklerine göre, elbette bir yere gittiklerini söyledi.

İlginç bir şey: Bu yolculardan hiçbiri, boynuna asılmış, sırtına yapışmış hayvana kızmışa benzemiyordu; kendinden bir parça sayıyordu sanki onu. Bütün bu yorgun ve asık yüzlerde hiçbir umutsuzluk belirtisi yoktu; göğün sıkıntılı kubbesi altında, ayakları bu gök kadar kasvetli bir toprağın tozlarına batmış bir durumda, hep umut etmeye yargılı olanların boyun-eğmiş yüzleriyle ilerliyorlardı.

Topluluk yanımdan geçti, ufkun havasına, gezegenin yuvarlaklaşmış yüzeyinin insan bakışının merakından sıyrıldığı yere gömüldü.

Bir zaman inatla anlamaya çalıştım bu gizemi; ama çok geçmeden, karşı konulmaz İlgisizlik çöktü üzerime, bütün ağırlığıyla ezdi beni, onlar bile ezici Düşlerinin altında böylesine ezilmemişlerdi.


VII

DELİ İLE VENÜS

Ne güzel gün! Uçsuz bucaksız, park, güneşin yakıcı gözü altında kendinden geçiyor, Aşkın egemenliği altında gençlik gibi.

Nesnelerin evrensel esrimesi hiçbir gürültüyle anlatmıyor kendini; sular bile uyumuş gibi. Sessiz bir eğlence var burda. İnsan şenliklerinden çok farklı

Gittikçe büyüyen bir ışık, nesneleri gittikçe daha çok parlatıyor sanki, sanki fışkırmış çiçekler renklerinden güç alarak göğün mavisiyle yarışa çıkmak isteğiyle yanıp tutuşuyorlar, sıcak da kokuları gözle görülür bir duruma sokarak onları dumanlar gibi güneşe doğru yükseltiyor sanki.

Bu evrensel sevinç içinde üzgün bir yaratık gördüm gene de.

Kocaman bir Venüs'ün ayakları dibinde, şu yapay delilerden, Sıkıntı ya da Pişmanlık yakalarına yapışırken görevleri kralları güldürmek olan şu gönüllü maskaralardan biri, parıl parıl bir gülünç giysi içinde, başında boynuzlar, ziller, ayaklığın dibine büzülmüş, yaşlarla dolu gözlerini ölümsüz Tanrıçaya doğru kaldırıyor.

Şöyle diyor Tanrıçaya sözleri:. - "İnsanların en bayağısı, en yalnızıyım, aşktan da, dostluktan da yoksunum, en ilkel hayvandan bile geriyim bu konuda. Ama ben de ölüm*süz Güzelliği anlamak ve duymak için yaratıldım! Ah! Tanrıça! kederime, taşkınlığıma acı!"

Ama amansız Venüs mermer gözleriyle uzaklara, kim bilir neye bakıyor.


VIII

KÖPEK VE ŞİŞE

"Güzel köpeğim, iyi köpeğim, sevgili hayvanım, yaklaş, yaklaş da kentin en iyi kokucusundan alınmış, çok güzel kokuyu kokla."

Ve köpek, kuyruğunu oynatarak -bu zavallı yaratıklarda gülmenin, gülümsemenin karşılığı olan bir belirti bu galiba- yaklaşıyor, açılmış şişenin üzerine merakla dayıyor ıslak burnunu; sonra dehşetle geriliyor birdenbire, yüzüme karşı, havlıyor, serzenişte bulunur gibi.

"Aşağılık köpek, sana bir çıkın pislik sunsam, hazla koklardın, yerdin belki de. Hüzünlü yaşamımın yakışıksız yoldaşı, sen de kitleye benziyorsun. Ona da güzel kokular sunmaya gelmez hiçbir zaman, böyle hoş kokular çileden çıkarır onu, ona da özenle seçilmiş pislikler sunmak gerekir."


IX

KÖTÜ CAMCI

Kimi insanlar vardır, hep seyirci kalırlar, hiçbir eylemi gerçekleştiremezler, ama bazı bazı, bilinmedik, anlaşılmadık bir itki altında, kendilerine kendi kendilerinin bile yakıştıramayacakları bir çabuklukla, eyleme geçerler.

Kapıcısından üzücü bir haber almaktan korkup da içeriye girmeyi göze alamadan bir saat boyunca kapı önünde korkak korkak dolaşan biri gibi, bir mektubu açamayıp on beş gün saklayan biri gibi, bir yıldır atılması gereken bir adımı atmaya ancak altı aydan sonra karar verip de birdenbire, yayından fırlamış bir okmuşçasına karşı konulmaz bir güçle eyleme atıldıklarını duyanlar gibi. Her şeyi bildiklerini ileri süren ahlâkçılar ve hekimler, bu tembel, bu haz düşkünü ruhlara böyle çılgınca bir gücün böyle birdenbire nerden geldiğini, en basit, en gerekli şeyleri bile yapamazken, en saçma, hatta çoğu zaman en tehlikeli işleri yapmak için, belirli bir dakikada böyle fazladan biri gözüpekliği nerden bulduklarını açıklayamazlar.

Dostlarımdan biri, gelmiş geçmiş düşçülerin en zararsızı, bir gün bir ormanı ateşlemişti. Söylediğine bakılırsa, ormanın söylendiği kadar kolay tutuşup tutuşmadığını görmek istiyordu. Deney on kez art arda başarısızlığa uğradı, ama on birincisinde fazlasıyla başarılı oldu.

Bir başkası, görmek için, öğrenmek için, alınyazısını denemek için , gücünü kendi kendine göstermek için, sıkıntının hazlarını tatmak için, bir zar atmış olmak için, yok yere, iş olsun diye, işsizlikten, bir barut fıçısının yanında sigara yakacaktır.

Sıkıntı ile düşten fışkıran bir tür güçtür bu; içlerinde rahatça böyle bir güç doğan kimseler de, dediğim gibi, yaratıkların en gevşekleri, en çok düş içinde yaşayanlarıdır.

Bir başkası, insanların bakışları karşısında bile gözlerini yere dikecek derecede, bir kahveye girmek için ya da denetmenlerini Minos'un, Eaque'ın, Rhadamanthe'ın tantanalı görünüşüne bürünmüş gibi gördüğü tiyatro bürosunun önünden geçmek için bütün zavallı istemini toplaması gerekecek derecede çekingen bir başkası, yanından geçen bir ihtiyarın boynuna atılacaktır birdenbire, şaşırmış kalabalık önünde coşkunlukla öpecektir onu.

Neden? Çünkü ... çünkü bu yüz ona dayanılmaz derecede sevimli geliyordu da ondan mı? Belki de; ama nedenini kendisinin de bilmediğini düşünmek daha doğru olur.

Alaycı İfritlerin içimize sızıp da bize, biz farkında bile olmadan, en saçma isteklerini bile yerine getirttiklerine inanmamıza yol açan bu bunalımların, bu atılışların birçok kez kurbanı oldum ben.

Bir sabah somurtkan, kederliydim, boş durmaktan bitkin düşmüştüm, bana öyle geliyordu ki, büyük bir şey, parlak bir iş yapmaya doğru itilmiş bir durumda kalkmıştım; sonra pencereyi açtım, ne yazık!

(Dikkat buyurun, rica ederim, kimi kişilerde bir çalışmanın ya da bir düzenin değil de rasgele bir esintinin sonucu olan aldatmaca eğilimin, hekimlere göre isterik, hekimlerden biraz daha iyi düşünenlere göre şeytansı olan, bizi dirençsiz olarak bir sürü tehlikeli ve uygunsuz eylemlere doğru iten yaratılışta çok payı vardır)

Sokakta gördüğüm ilk insan bir camcı oldu, tiz ve uyumsuz bağırtısı, Paris'in ağır, kirli havası içinden bana kadar yükseldi. Bu zavallı adama duyduğum, beklenmedik olduğu kadar da zorbaca kinin nerden geldiğini söylememe olanak yok.

"Hey! hey!" dedim, yukarı çıkmasını söyledim bağırarak. Bu arada, oda altıncı katta, merdiven de pek dar olduğundan, adamın yukarı çıkarken epey güçlük çekeceğini, kırılmaları işten bile olmayan mallarının oraya buraya takılacağını düşünüyor, bundan da epeyce keyif duyuyordum.

En sonunda göründü: Merakla gözden geçirdim bütün camları; sonra da: "Nasıl olur! renkli camlarınız yok mu?" dedim ona. "Pembe, kırmızı, mavi camlar? Sihirli camlar, cennet camları? Ne kadar düşüncesizsiniz! Yoksul semtlerde dolaşmaya kalkıyorsunuz, ama yaşamı güzel gösterecek camlarınız bile yok!" Sonra da hızla merdivene doğru ittim onu, homurdanarak sendeledi.

Balkona çıktım, küçük bir çiçek saksısı aldım elime, adam kapının önüne çıkınca, savaş aracımı diklemesine camlarının arka ucuna doğru bıraktım; çarpma sonunda kendisi de devrilince, bütün o zavallı, gezgin serveti sırtının altında kırıldı, yıldırım çarpmış bir kristal sarayın şangırtılı gürültüsü duyuldu.

Ben çılgınlığımla sarhoş olmuş, kızgın kızgın bağırıyordum ona: "Güzel yaşam! güzel yaşam!"

Bu sinirli şakalar tehlikesiz değildir, çoğu kez fazlasıyla pahalıya da mal olabilir. Ama bir saniyede erginin sonsuzluğuna kavuşmuşlar için, cehennem sonsuzluğunun sözü mü olur?


X

SABAH SAAT BİRDE

Hele şükür! Yalnızım! Gecikmiş, yorgunluktan bitmiş birkaç arabanın uğultusundan başka bir şey duyulmuyor artık. Dinlenişe ermesek de sessizliğe ereceğiz birkaç saat boyunca. Hele şükür! İnsan yüzünün zulmünden kurtuldum, yalnız kendi kendimden çekeceğim artık.

Hele şükür! Bir karanlık denizinde yorgunluğumu giderebileceğim. Anahtarı iki kez çevirmeli kilitte ilkin. Bana öyle geliyor ki, anahtarı çevirdim mi yalnızlığım artacak, beni şimdi dünyadan ayıran engeller de sağlamlaşacak.

İğrenç yaşam! İğrenç yaşam! Baştan özetleyelim günü: Birçok kalem adamları gördük, biri Rusya'ya karayolundan gidilip gidilemiyeceğini sordu (Rusya'yı bir ada sanıyordu kuşkusuz); bir dergi yönetmeniyle mertçe çarpıştık, ne denilse: "Burası dürüst insanların yeridir," diye karşılık veriyor, bu karşılık da bütün öbür gazetelerin namussuzlarca doldurduğu anlamına geliyordu; yirmi kadar insan selâmladık, on beşini tanımıyorduk; eldiven takmak gibi bir önleme başvurmadan, bir o kadar da el sıktık; bir sağanak sırasında, zaman öldürmek için bir oyuncu kadına uğradık, kendisine Venüsümsü bir giysi çizmemi rica etti; bir tiyatro yönet*meninin aklını çelmeye çalıştık, bizi uğurlarken: - "Z ...'ye başvursanız iyi olur belki; yazarlarımın en hantalı, en budalası, en ünlüsüdür; onunla bir sonuca varabilirsiniz belki. Onu görün; sonra da biz görüşürüz," dedi; hiç yapmadığım birçok iğrenç eylemle övündüm (neden?), sevinçle yaptığım başka birçok kötülüğü de korkakça yadsıdım, övünme suçu, insanlık saygısı cinayeti işte; bir dostumdan kolayca yapıla*bilecek bir yardımı esirgedim, eşi bulunmaz bir kopuğa da bir tavsiye mektubu verdim; of! bitti mi?

Kendi kendimden de, başka hiç kimseden de memnun değilken, gecenin sessizliğinde, yalnızlığında, kendimi bağışlamak, biraz da gururlanmak isterdim. Sevdiklerimin ruhları, şakıdıklarım ruhları, bana güç verin, tutun beni, beni yalandan da, dünyanın o baştan çıkarıcı pisliklerinden de kurtarın; siz de, Ulu Tanrım, izin verin, birkaç güzel dize yaratayım da insanların en aşağılığı olmadığımı, hor gördüklerimden aşağı olmadığımı kanıtlayayım kendime.


XI

YABANIL KADINLA CİCİ SEVGİLİ

Gerçekten de ölçüsüzce, insafsızca yoruyorsunuz beni, canım; iç çekişinizi duyanlar, altmışlık başakçı kadınlardan, meyhane kapılarında ekmek kırıntıları toplayan kocamış dilenci kadınlardan da fazla acı çekiyorsunuz sanacaklar.


"İç çekişleriniz hiç değilse pişmanlığı belirtselerdi, birazcık onurlandırırlardı sizi; ama ancak huzur doygunluğunu, dinleniş bezginliğini koyuyorlar ortaya. Hem sonra yararsız lakırdılar sıralamaktan da hiç bıkmıyorsunuz: "Çok sevin beni! o kadar muhtacım ki! Beni şöyle avutun, beni böyle okşayın!" Bakın, sizi iyileştirmeye çalışacağım; belki de bir şenlikte, iki kuruş karşılığında, çok da uzaklara gitmeden buluruz bunun yolunu.

"Ne olur, ardında bir cehennemlik gibi uluyarak sürgünlük yüzünden çileden çıkmış bir orangutan gibi demir çubukları sarsan, bazen bir kaplanın halkamsı sıçrayışları*na, bazen ak ayının budalaca salınmalarına kusursuzca öykünen, biçimi de oldukça belirsiz olsa bile sizinkini andıran canavarın çabaladığı şu sağlam kafese iyice bakalım.

"Bu canavar, genellikle "meleğim" dediğimiz hayvanlardandır, yani bir kadındır. Öteki canavar, elinde bir sopayla gırtlağını yırtarcasına bağıran da bir koca. Yasal karısını bir hayvan gibi zincirlemiş, panayır günlerinde, kenar mahallelerde gösteriyor, hem de, söylemeye ne hacet, yöneticilerin izniyle.

"İyi dikkat edin! Bakın, bakıcısının attığı canlı tavşanları, yaygaralar koparan tavukları nasıl doymazlıkla (belki hiç de yapmacığa kaçmadan) parçalıyor. "Yavaş gel, her şeyi bir günde yememeli," diyor bakıcısı, bu bilge sözden sonra da acımasızca alıyor avı elinden, boşalmış bağırsaklar azgın hayvanın, yani kadının dişlerine bir an takılı kalıyor.

"Hadi! bir de zorlu sopa vur ki yatışsın! öyle ya, tamahtan korkunçlaşmış gözlerle bakıyor alınan yiyeceğe. Aman Tanrım! Sopa da oyun sopası değil öyle, takma postuna karşın et nasıl şakladı, işittiniz mi? Bunun için gözleri yuvalarından fırlıyor, bunun için daha doğal uluyor... Tepeden tırnağa kıvılcım saçıyor öfkeden, dövülen demirler gibi.

"Adem ile Havva'nın bu iki torununun, elinizden çıkan bu yapıtların evlilik yaşamı böyle geçiyor, ey Tanrım! Ünün şanın gıdıklayıcı ergilerini bilmez olmasa bile mutsuz bir kadın, burası kesin. Daha çaresiz, üstelik bir ödencesi de bulunmayan dertler vardır. Ama o, şu düştüğü dünyada kadının başka türlü bir yazgıya da hakkı olduğuna hiçbir zaman inanmamıştır.

"Şimdi biz bizeyiz, sevgili çıtkırıldım! Dünyayı dolduran cehennemleri gördükten sonra, sizin, yalnız teni kadar yumuşak kumaşlar üstünde dinlenen, yalnız pişmiş et yiyen, uz elli hizmetçisinin görevi de kendisi için parçaları kesmek olan sizin güzel cehenneminiz üzerinde ne düşüneyim istiyorsunuz?

"Hoş kokulu göğsünüzü kabartan bütün bu hafif iç çekmelerin ne anlamı olabilir benim için, güçlü yosma? Ya bütün bu kitaplardan öğrenilmiş yapmacıklar, seyreden de acımadan çok daha başka bir duygu uyandırmak için yaratılmış bu yorulmaz hüzün? Doğrusu ya, bazı bazı size gerçek derdin ne olduğunu öğretmek geliyor içimden.

"Güzel kibarım, sizi böyle ayakları çamurda, gözleri bir kral istercesine, dumanlı dumanlı göğe dönük görünce, ülküyü yardıma çağıran bir genç kurbağa diyeceği geliyor insanın. Odunu (siz de biliyorsunuz, ben şimdi buyum) küçümserseniz, sizi kıtır kıtır yiyecek, çiğnemeden yutacak, gönlünce öldürecek budaladan sakının.

"Ne kadar ozan olursam olayım, umduğunuz kadar aldanmıyorum, o yapmacıklı ağlamalarınızla beni fazla yorarsınız, yabanıl kadınmışsınız gibi davranacağım size, ya da sizi boş bir şişe gibi fırlatıvereceğim pencereden."


XII

KALABALIKLAR

Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir: Bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak; beşiğinde bir periden kı lık değiştirme, maske zevkini, ev kinini, yolculuk tutkusunu almış kişi, yalnız o kişi, canlılıkta kana kana sarhoş olur, hem de insan türünün sırtından sağlar içkisini.

Kalabalık, yalnızlık: İşçil ve verimli ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telâşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.

Ozan şu eşsiz ayrıcalığın, gönlü istedi mi kendi kendisi, istemedi mi başkası olabilmenin zevkini çıkarır. Diledi mi herkesin kişiliğine bürünür, kendilerine bir beden arayan, başıboş ruhlar gibi. Yalnız onun için boştur her yer; kimi yerlerin ona kapalı gibi görünmesiyse, onun için girmek çabasına değmediklerindendir.

Yalnız ve düşünceli gezgin, bu evrensel kaynaşmada eşsiz bir sarhoşluğa erer. Kalabalıkla kolayca kaynaşan kişi, ateşli hazlar tadar, kutu gibi kapalı bencil ile istiridyeler gibi evine çekilmiş tembel, bu hazlardan yoksun kalacaktır. Yalnız ve düşünceli gezgin, karşısına çıkan bütün uğraşıları, bütün sevinçleri, bütün yoksunlukları kendininmiş gibi benimser.

Bu anlatılmaz şölenle karşılaştırılınca, ortaya çıkan beklenmedik olaya, geçen yabancıya kendini bütünüyle, bütün şiiri, bütün yardımseverliğiyle veren ruhun bu kutsal ******luğuyla karşılaştırılınca, insanların aşk dedikleri şey çok küçük, çok dar, çok zayıf kalır.

Bu dünyanın mutlularına bazı bazı kendi mutluluklarından daha üstün, daha geniş, daha derin mutluluklar bulunduğunu anımsatmak iyidir, sırf budala gururlarını sarsmak için bile olsa. Sömürgelerin kurucuları, halkların yöneticileri, dünyanın ta öbür ucuna göç etmiş misyoner papazlar, bu gizemli sarhoşluğu biraz bilirler kuşkusuz; dehâlârının sağladığı geniş ailenin kucağında, pek sallantılı yazgıları, pek arı yaşamlarından dolayı kendilerine acıyanlara da gülerler herhalde.



XIII

DULLAR

Vauvenargues, parklarda her şeyden çok düş kırıklığına uğramış hırsların, mutsuz mucitlerin, ham kalmış ünlerin, kırık gönüllerin, bütün o gümbürtülü ve kapalı ruhların; içlerinde hâlâ bir fırtınanın son solukları homurdanan ve neşelilerin, başıboşların arsız bakışlarından uzaklara çekilen ruhların dolaştığı yollar bulunduğunu söyler. Yaşam kötürümlerinin buluşma yeridir bu gölgeli köşeler.

Ozan ile filozof, doymaz varsayımlarını daha çok bu yerlere yöneltmekten hoşlanırlar. Burada bir otlak bulacakları kuşku götürmez. Çünkü, uğramaya gönül indirmedikleri bir yer varsa, o da, az önce çıtlattığım gibi, zenginlerin sevincidir her şeyden önce. Boşluk içindeki bu gürültüde hiçbir şey çekmez onları. Buna karşılık, zayıf olan, batmış, dertli, öksüz olan şeylere doğru karşı durulmaz bir biçimde sürüklendiklerini duyarlar.
Görmüş geçirmiş bir göz hiç aldanmaz burada. Bu katı ya da yıkık çizgilerden, bu çökük ve donuk ya da çarpışmanın son parıltılarıyla parlak gözlerden, bu derin, sayısız kırışıklardan, bu alabildiğine ağır ve sarsıntılı yürüyüşlerden, aldanmış aşkın, değeri bilinmemiş bağlılığın, ödülsüz kalmış çabaların, sessizce, alçakgönüllülükle katlanılan açlık ve soğuğun sayısız söylencelerini çıkarıverirler hemen.

Bu ıssız kanepeler üzerinde siz de dul kadınlar, yoksul dul kadınlar gördünüz mü bazı bazı? Yasta olsalar da, olmasalar da tanımak kolaydır onları. Hem yoksulun yasında bir eksiklik, onu daha da üzücü kılan bir uyum yokluğu vardır hep. Acısında cimri davranmak zorundadır. Zengin ise gözalıcı bir yas kılığına girer.

En dertli, en dertlendirici dul hangisidir, elinde düşünü paylaşmayan bir çocuk sürükleyen mi, yoksa büsbütün yalnız olan mı? Bilmem ... Bir kez, uzun saatler boyunca, böyle dertli bir yaşlı kadının ardından gitmiştim; yıpranmış, ufak bir şal altında kaskatı, dimdikti, bütün varlığında bir stoacı gururu taşıyordu.

Tam bir yalnızlık yüzünden yaşlı bekâr alışkanlıklarına yargılıydı kuşkusuz, yaşayışının erkeksi özelliği bu ağırbaşlılığına gizemli bir keskinlik ekliyordu. Yemeğini hangi sefil kahvede yedi, nasıl yedi, bilmiyorum. Ardından okuma odasına gittim; uzun zaman seyrettim onu, eskiden gözyaşlarıyla yanmış, canlı gözleriyle, özel bir ilgi uyandıracak haberler arıyordu gazetelerde.

En sonunda, öğleden sonra, çok güzel bir güz göğü, yığın yığın özlem ve anı yağdıran bir gök altında, bir bahçede ıssız bir yere oturdu, kalabalıktan uzakta, ordu bandocularının Paris halkına sunduğu konserlerden birini dinleyecekti.

Belki de birçok yıllardan beri, yılda üç yüz altmış beş gün, Tanrı'nın durmamacasına üzerine yığdığı o dostsuz, konuşmasız, neşesiz, sırdaşsız, o ağır günlerden birinin iyice hakedilmiş avuntusu buydu, bu suçsuz ihtiyarın (ya da bu arınmış ihtiyarın) bu küçük "Sefihliği"ydi.

İşte bir başkası daha:

Bir kitle konseri çevresinde itişip duran paryalar kalabalığına evrenselce candan olmasa bile merakla bir bakışla bakmaktan kendimi alamam hiçbir zaman. Orkestra bayram, yengi ya da haz türküleri fışkırtıyor gecenin içinden. Etekler ışıldayarak sürükleniyor; bakışlar kesişiyor; başıboşlar hiçbir şey yapmamış olmanın yorgunluğu içinde, ezgiyi gevşek gevşek tadar gibi yaparak salınıyorlar. Burada yalnız zenginlik var, mutluluk var, kaygısızlık var, yaşamın akışına kapılma hazzını ciğerlere, gönüllere doldurmak var; bir de şurda, en uçtaki tahta perdeye dayanan, yelin keyfine göre beleşten bir ezgi parçası yakalayıp içerdeki kıvılcım kıvılcım fırına bakan bu ayaktakımının görünüşü ...

Yoksulun gözünde zenginin sevincinin yansıması her zaman ilginç bir şeydir. Ama o gün, işçi ceketleri, alacalar giyinmiş bu halk içinde, soyluluğu çevredeki bayağılıkla göz kamaştırıcı bir karşıtlık oluşturan bir yaratık gördüm ben.

İri etkileyici bir kadındı, görünüşü öylesine soyluydu ki, soylu eski zaman güzellerinin resimleri içinde onun gibisini gördüğümü anımsamıyorum. Gururlu bir erdem kokusu yayılıyordu bütün varlığından. Yüzü hüzünlüydü, zayıftı, üzerindeki yaz giysisiyle tam bir uyarlık içindeydi. Arasına karışıp da görmediği aşağı tabaka gibi o da derin bir gözle bakıyordu ışıklı dünyaya, o da usul usul başını sallayarak dinliyordu.

Eşsiz görüntü! "Hiç kuşkusuz," dedim içimden, "hiç kuşkusuz bu yoksulluk, yoksulluk diye bir şey varsa eğer, iğrenç tutumluluğu kabul etmiyordur; böylesine soylu bir yüz yeter beni haklı çıkarmaya. Bu çevrede neden kalır sanki, kalır da böylesine göz kamaştırıcı bir leke gibi durur?"

Ama yanından merakla geçerken, işin içyüzünü anlar gibi oldum. iri dul, kendisi gibi karalar giymiş bir çocuğun elinden tutuyordu; giriş parası ne kadar önemsiz olursa olsundu, küçük yaratık için gerekli bir şeyi, daha da iyisi, gereksiz bir şeyi, bir oyuncağı satın almaya yeterdi belki de.

Yürüye yürüye de dönecekti, düşünceler, düşler içinde, yalnız, her zaman yalnız; öyle ya, çocuk gürültücüdür, bencildir, ne yumuşaklık bilir, ne sabır; hayvan gibi, köpek gibi, kedi gibidir, yalnız acılara sırdaş bile olamaz.


XIV

YAŞLI HOKKABAZ

Tatile çıkmış kalabalık dört yana seriliyor, yayılıyor, bol bol eğleniyordu. Cambazların, hokkabazların, hayvan oynatıcıların, gezgin satıcıların bel bağladıkları şenliklerden, yılın kötü günlerinin acısını çıkaracak şenliklerden biriydi.

Halk böyle günlerde acıyı, çalışmayı, her şeyi unutur gibi gelir bana; tıpkı çocuklara benzer böyle günlerde. Küçükler için bir tatil günüdür bu, okul korkusunun yirmi dört saatliğine defedilmesidir. Büyükler içinse, yaşamın kötü güçleriyle yapılan savaşta bir ateşkes, evrensel yorgunlukta, evrensel çarpışmada bir soluk alıştır.
Kibar dünyanın insanları bile, düşünceyle ilgili çalışmalarla uğraşanlar bile bu kitle şenliğinin etkisinden güç sıyrılırlar. Bu kaygısızlık havasından kendilerine düşen payı onlar da içlerine çekerler ister istemez. Bana gelince, gerçek bir Parisli olarak, böyle şenlik günlerinde hindiler gibi kabaran bütün o barakaları gözden geçirmeyi hiç kaçırmam.

Zorlu bir yarışmaya girişmişlerdi gerçekten: Bağırıyor, böğürüyor, uluyorlardı. Bir bağırtı, bakır şangırtısı, füze patlaması karışımıdır gidiyordu. Külâhları kırmızı kordelâlı maskaralar, palyaçolar, yelden, yağmurdan, güneşten sertleşmiş yüzlerini buruşturuyorlardı; etkilerinden kuşku duymayan oyuncuların güveniyle parlak sözler söylüyor, şakalar savuruyorlardı. Moliére'in şakalarındaki gibi yüklü ve sağlam bir güldürücülük vardı şakalarında. Kollarının bacaklarının kocamanlığıyla mağrur, orangutanlar gibi alınsız ve kafasız Herkül1er, bugün için dünden yıkanmış kispetlerinin içinde kurum satmaktaydılar. Periler, prensesler gibi güzel oyuncu kızlar, eteklerini kıvılcımlarla dolduran fenerlerin ışığı altında zıplıyor, taklalar atıyorlardı.

Işık, toz, sevinç, gürültü olmuştu her şey; kimileri harcıyor, kimileri kazanıyorlardı, harcayan da, kazanan da aynı derecede sevinçliydi. Çocuklar bir çubuk şeker koparabilrnek için annelerinin eteğine asılıyor ya da bir tanrı gibi göz kamaştırıcı bir hokkabazı daha iyi görebilmek için babalarının omuzlarına çıkıyorlardı. Dört bir yanda bir kızartma kokusu dolaşıyor, bütün kokuları gölgede bırakıyordu; şenliğin buhuru gibiydi.

Barakalar dizisinin ucunda, en ucunda, sanki utanmış da kendini bütün bu debdebeden sürgün etmiş gibi duran, zavallı bir hokkabaz gördüm; kamburdu, bitkindi, kocamıştı, bir insan yıkıntısıydı, kulübesinin direklerinden birine belini vermişti; kulübesiyse hayvanlığa en yakın vahşinin kulübesinden de düşkündü, akıp tüten iki mum yokluğunu daha bir iyi aydınlatıyordu.

Her yanda sevinç, kazanç, eğlence; her yanda ertesi gün de bir ekmek yeme güveni; her yanda canlılığın taşkın patlayışı. Burada salt yoksulluk, dehşet tam olsun diye de karşıtlığı sanattan çok yoksulluktan ileri gelen, gülünç paçavralarla gülünç bir kılığa girmiş yoksunluk. Gülmüyordu düşkün adam! Ağlamıyordu, oynamıyor, el kol sallamıyor, bağırmıyor, yalvarmıyordu, ne sevinçli, ne de dertli hiçbir türkü söylemiyordu. Dilsizdi, kımıltısızdı. Her şeyden elçekmişti, vazgeçmişti. Yazgısını tamamlamıştı.

Ama oynak dalgaları soğuk yoksunluğunun birkaç adım ötesinde duran kalabalığa, ışığa, ne derin, ne unutulmaz bir bakışla bakmadaydı! İsterinin korkunç elinin gırtlağımı sıktığını duydum, bu düşmek istemeyen, bu söz dinlemez gözyaşları gözlerimi kamaştırır gibi oldu.

Ne yapmalıydı? Bu pis kokulu karanlıkların içinde, yırtık pırtık perdesinin ardında hangi tuhaflığı, hangi harikayı göstereceğini talihsizden sormak neye yarardı? Aslına bakarsanız, göze de alamıyordum bunu; çekingenliğimin nedeni belki sizi güldürür ama ben gene de söyleyeyim; gururunu incitmekten korkuyordum. En sonunda, düşüncemi sezeceğini umarak, geçerken tahtalarından birinin üzerine birkaç kuruş bırakmaya karar vermiştim. Ama bu sırada, kim bilir hangi kargaşalığın yol açtığı bir insan dalgası beni uzaklara sürükledi.

Dönüşte bir türlü aklımdan çıkaramıyordum bu görüntüyü, beklenmedik üzüntümü çözümlemeye çalıştım, sonra şöyle dedim kendi kendime: Bir zamanlar kahkahadan kırıp geçirdiği bir kuşaktan artakalmış ihtiyar kalem adamının görüntüsünü gördüm ben; yoksunluk yüzünden, halkın nankörlüğü yüzünden böylesine düşmüş, barakası unutkan kalabalıklarca hor görülmeye başlanmış yaşlı ozanın; dostsuz, ailesiz, çocuksuz yaşlı ozanın görüntüsünü gördüm.


XV

PASTA

Y olculuktaydım. Çevremdeki görünümün dayanılmaz bir büyüklüğü, dayanılmaz bir soyluluğu vardı. Hiç kuşkusuz ruhuma da bir şeyler geçti ondan. Düşüncelerim havanın hafifliğine eşit bir hafiflilikle uçuşuyorlardı; kin gibi, kutsallıktan yoksun aşk gibi bayağı tutkular, ayaklarımın altından, uçurumların dibinden sıra sıra geçen bulutlar kadar uzak görünüyorlardı şimdi bana; ruhum da beni saran gök kubbe kadar geniş, gök kubbe kadar arı gibiydi; yersel nesnelerin anısı zayıflayıp azalarak geliyordu, uzaktan, çok uzaktan, bir başka dağın yamacından geçen fark edilmez sığırların çıngırak sesleri gibi. Uçsuz bucaksız derinliğiyle kara, ufak, kımıltısız gölün üzerinden bir bulutun gölgesi geçiyordu bazı bazı, gökte uçan bir hava devinin mantosunun yansıması gibiydi. Tümüyle sessiz bir büyük devinimin doğurduğu bu tantanalı, bu ender duyunun içimi korkuyla karışık bir sevinçle doldurduğunu anımsıyorum. Kısacası, çevremi saran coşturucu güzelliğin yardımıyla, kendi kendimle de, evrenle de tam bir barış içinde buluyordum benliğimi; hatta, eksiksiz mutluluğum içinde, her türlü yersel dertlerin tam unutuluşu içinde, insanın doğuştan iyi olduğunu ileri süren gazeteleri pek de gülünç bulmamaya başlamıştım; bu sırada, amansız bedenim isteklerini bir daha yineledi; böylesine uzun bir yokuş çıkmanın doğurduğu yorgunluğu gidermeyi, iştahımı dindirmeyi düşündüm. Büyük bir ekmek parçası, bir meşin kap, bir de o zamanlar turistler için eczanelerde satılan, gerekince karla karıştırılan iksirin şişesini çıkardım cebimden.

Sakin sakin ekmeğimi keserken, çok hafif bir gürültü üzerine başımı kaldırdım. Önümde üstü-başı paramparça, saçı başı darmadağın, kara, ufak bir yaratık durmadaydı, çökük, ürkek, yalvarmaklı gözleriyle ekmeğimi yiyordu.. Sonra alçak, boğuk bir sesle, içini çeke çeke: Pasta sözcüğünü söylediğini duydum! Nerdeyse ak denilebilecek ekmeğime verdiği soylu adı işitince gülmekten kendimi alamadım, bir dilim kesip verdim. Can attığı nesneden gözlerini ayırma*dan, ağır ağır yaklaştı; sonra, parçayı eliyle kaparak hızla geriledi, armağanımı gerçekten vermememden ya da birdenbire pişman olmamdan korkuyordu sanki.

Ama tam bu sırada bir başka küçük yabanıl takla attırdı kendisine, kim bilir nereden çıkmıştı, ilk gelene öylesine benziyordu ki, ikiz kardeşi sanılabilirdi. Birlikte yere yuvarlandılar, değerli av için kavga ediyorlardı. Öteki de, beriki de kardeş için ekmeğinin yarısından geçmiyordu. Birincisi küplere binmişti, ikincisini saçlarından yakaladı; o da dişlerini onun kulağına geçirdi, ufak, kanlı bir parçasını da yerli ağzı bir zorlu küfürle yere tükürdü. Pastanın gerçek sahibi küçük pençelerini zorbanın gözlerine sokmaya çalıştı; öteki, bir eliyle savaş ödülünü cebine sokmaya çalışırken, öbür eliyle düşmanını boğmak için bütün gücünü harcadı. Ama yenik düşen kardeş, umutsuzlukla canlanıp doğruluverdi, kafasını var gücüyle midesine indirerek yere yuvarladı yenmişti. Çocuk güçlerinden umulandan çok daha uzun süren çirkin çarpışmayı ne diye anlatmalı? Pasta elden ele dolaşıyor, her an cep değiştiriyordu; ama boyutları da değişiyordu işin kötüsü. En sonunda bitkin, soluk soluğa, kanlar içinde kalıp da kavgayı sürdürmenin olanaksızlığı yüzünden durdukları zaman, savaşmak için de hiçbir neden kalmamıştı; ekmek parçası yok olmuş, içine karıştığı kum taneleri gibi birer kırıntı olup saçılmıştı.

Görünümü sislendirmişti bu gördüklerim, bu küçük adamları görmeden önce ruhumu keyfe getiren durgun sevinç de tümüyle geçmişti; uzun zaman hüzün içinde kaldım, yineleyip duruyordum: "Ekmeğin pasta diye adlandırıldığı, tam bir kardeş kavgası doğuracak kadar ender bir katık ol*duğu, eşsiz bir ülke varmış demek!"

XVI

SAAT

Çinliler kedilerin gözlerinden okurlar saati.

Bir gün, misyonerin biri, Nankin'in dış mahallelerinde dolaşırken, saatini unuttuğunu fark etti, küçük bir çocuğa saatin kaç olduğunu sordu.



Göksel imparatorluğunun çocuğu ilkin duraladı; sonra düşüncesini değiştirip karşılık verdi: "Şimdi söylerim." Az sonra yeniden belirdi, kollarında kocaman bir kedi tutuyor, gözlerinin içine bakıyordu; duralamadan konuştu: "Tam öğle olmadı daha." Doğru söylüyordu.

Ben de güzel Féline'e, öylesine güzel adlandırılmışa, hem türünün onuru, hem gönlümün övüncü, aklımın kokusu olana doğru eğildiğim zaman, ister gece, ister gündüz olsun, ışıkta olsun, yoğun karanlıkta olsun, tapılası gözlerinin derinliklerinde açık açık saati görürüm, hep aynı saati, uçsuz bucaksız, görkemli, uzayca büyük, dakika, saniye bölümü de bulunmayan bir saattir; saatler üzerine işlenmemiş, kımıltısız, gene de bir iç çekiş kadar hafif, bir bakış kadar hızlı bir saattir.

Ve bakışım bu güzelim kadran üzerinde dinlenirken, bir can-sıkıcı gelip de rahatımı kaçırırsa, dürüstlükten, hoşgörüden yoksun bir Dehâ adamı, bir engelleyici İfrit gelip de bana: "Neye bakıyorsun böyle özenle? Bu yaratığın gözlerinde ne arıyorsun? Orda saati mi görüyorsun, savurgan ve tembel ölümlü?" diyecek olursa, hiç duraksamadan verebilirim karşılığını: "Evet, saati görüyorum; vakit Sonsuzluk'tur!"

Ne dersiniz, hanımefendi, gerçekten değerli, sizin kadar şatafatlı bir aşk şiiri değil mi bu? Doğrusunu isterseniz, bu özentili yapıtı örerken o kadar zevk duydum ki, karşılığında hiçbir şey istemeyeceğim sizden.


XVII

SAÇLARDA BİR YARIMKÜRE

Bırak da uzun, uzun, uzun zaman içime çekeyim saçlarının kokusunu, bir kaynağın sularına yüzünü daldıran bir susuz adam gibi yüzümü daldırayım içlerine, kokulu bir mendil gibi elimle sallayayım onları, sallayayım da anılar silkelensin havada.

Saçlarında bütün gördüklerimi, bütün duyduklarımı, bütün işittiklerimi bir bilseydin! Başka insanların ruhu ezgiler üzerinde nasıl dolaşırsa, benim ruhum da koku üzerinde öyle dolaşır.

Yelkenlerle, serenlerle dolu bütün bir düş var saçlarında; meltemi beni güzelim iklimlere, uzayın daha mavi, daha derin olduğu, havanın meyvelerle, yapraklarla, insan derisiy*le kokulandığı iklimlere götüren büyük denizler var saçlarında.

Saçlarının okyanusunda, içli türkülerle, her ulustan, güçlü insanlarla, sonsuz sıcaklığın yangelip yattığı, uçsuz bucaksız bir gök üzerinde ince ve karışık yapıları oymalar gibi beliren, biçim biçim gemilerle kaynaşan bir liman görüyorum.

Saçlarının okşamalarında, güzel bir geminin kamarasında, bir divan üstünde geçmiş, çiçek saksılarıyla serinlik verici testiler arasında limanın fark edilmez yalpasıyla ığralanmış uzun saatlerin bezginliğini yeniden buluyorum.

Saçlarının kızgın ocağında, afyonla, şekerle karışmış tütün kokusunu çekiyorum içime; saçlarının gecesinde, sıcak ülke göklerinin sonsuzluğunu parıldar görüyorum; saçları*nın ince ince tüylü kıyılarında, katranın, miskin, hindistan cevizi yağının birbirine karışmış kokularıyla sarhoş oluyorum.

Bırak da uzun uzun ısırayım ağır, kara örgülerini. Ele avuca sığmaz, ferman dinlemez saçlarını dişlediğim zaman, anıları yer gibi oluyorum.


XVIII



YOLCULUĞA ÇAĞRI

Çok güzel bir ülke, bir bolluk ülkesi varmış, öyle derler, o ülkeyi eski bir dostla görmeyi kuruyorum. Bizim Kuzey'in sislerine gömülmüş, eşsiz bir ülke, batının doğusu, Avrupa'nın Çin'i denilebilecek bir ülke, sıcak gönül, deli gönül öylesine işlemiş orayı, ustalıkla yetiştirilmiş ,zarif bitkileriyle öylesine sabırla, inatla süslemiş.

Gerçek bir bolluk ülkesi, her şeyin güzel, zengin, sakin, dürüst olduğu; lüksün düzen içinde kendi yansımasını görmek zevkini tattığı; yaşamın bereketli olduğu, ciğerlere çekilmesinin tat verdiği; karışıklık, gürültü ve beklenmediğin yer bulamadığı; mutluluğun sessizlikle birleştiği; yemeklerin bile hem şiirsel, hem yağlı, hem kışkırtıcı olduğu bir ülke; her şeyi size benzeyen bir ülke, sevgili meleğim.

Soğuk yokluklarda yakamıza yapışan bu ateşli hastalığı, bu bilinmeyen ülkenin özlemini, bu merak bunaltısını bilir misin? Sana benzeyen bir yer var, her şeyin güzel, zengin, sakin ve dürüst olduğu, deli gönlün bir Batı Çin'i kurup süslediği, yaşamı ciğerlere çekmenin tat verdiği, mutluluğun sessizlikle birleştiği bir yer. Gidip orda yaşamalı, gidip orda ölmeli işte!

Evet, gidip orda soluk almalı, düşlere dalmalı, duyuların sonsuzluğuyla uzatmalı saatleri. Bir ezgici Valse Çağrı'yı yazdı; sevilen kadına, gönül bacısına sunulacak Yolculuğa Çağrı' yı kim yazacak?

Evet, işte o havada güzel olurdu yaşamak, orda, daha ağır saatlerin daha çok düşünce kapsadıkları, saatlerin mutluluğu daha derin, daha anlamlı bir tantanayla çaldıkları yerde.

Işıltılı panoların ya da koyu bir zenginlikte, yaldızlı meşinlerin üzerinde, rahat, zengin, derin resimler yaşar sessizce kendilerini yaratan sanatçıların ruhları gibi. Yemek odasını ya da salonu renk renk eden batan güneşler, güzel kumaşlardan ya da kurşunun sayısız bölmelere ayırdığı, yüksek, nakışlı pencerelerden süzülüp de gelirler. Mobilyalar geniş, tuhaf, gariptirler, ince ruhlar gibi kilitlerle, gizlerle donanmışlardır. Orada aynalar, madenler, kumaşlar, çiniler, kuyumcu işleri, dilsiz ve gizemli bir senfoni çalarlar gözler için; sonra bütün nesnelerden, bütün köşelerden, çekmecelerin aralıklarından, kumaşların kıvrımlarından eşsiz bir koku, bir Sumatra gene-gelin'i dağılır, evin ruhu gibidir.

Gerçek bir bolluk ülkesi, diyorum sana, her şeyin güzel bir bilinç gibi, çok güzel bir mutfak gibi, görkemli bir kuyumcu işi gibi, alacalı bir mücevher gibi zengin, temiz, parlak olduğu bir ülke! Dünyanın gömüleri oraya akar, dünyayı hak etmiş, çalışkan bir adamın evine akar gibi. Sanatın Doğa'dan üstün olması gibi, bütün ülkelerden üstün, eşsiz bir ülke. Sanat Doğayı yeniden, düşle düzenler, düzeltir, güzelleştirir, yeniden döker, orası da öyledir.

O bahçıvanlık simyacıları araştırsınlar, arasınlar daha, durmadan geriletsinler mutluluklarının sınırlarını! Hırslarından doğmuş sorunlarını çözecek olana altmış bin, yüz bin florin vereceklerini söylesinler! Ben kara lâlemi, mavi yıldız çiçeğimi buldum.

Eşsiz çiçek, yeniden bulunmuş lâle, başka anlamlar taşıyan yıldızçiçeği, orada, o öylesine sakin ve dalgın ülkede yaşamalı, orada çiçek açmalı, değil mi öyle? Kendi benzerliğin içinde çerçevelenemez misin, mistiklerin deyimiyle, kendi uyumunda yansıyamaz mısın?

Düşler! Hep düşler! Ruh ne kadar hırslı, ne kadar inceyse, düşler gerçekleşebilecek olandan o kadar uzaklaşırlar. Her insan kendine yetecek ölçüde afyon taşır içinde, durmamacasına yenilenen bir afyon. Hem doğumdan ölüme kadar, olumlu ergiyle, başarılı ve kararlı eylemle dolmuş kaç saatimiz vardır? Aklımın çizdiği bu tabloda, sana benzeyen bu tabloda yaşayacak mıyız bir gün, bir gün bu tabloya geçecek miyiz?

Bu gömüler, bu eşyalar, bu lüks, bu düzen, bu kokular, bu mucizemsi çiçekler, sensin. Bu büyük ırmaklar, bu durgun kanallar da sensin. Götürdükleri o baştan başa zenginlik yüklü, o üzerlerinden tekdüze gemici türküleri yükselen kocaman gemiler düşüncelerimdir, uyuyan ya da göğsünde yuvarlanan düşüncelerim. Sonsuzluk denilen denize doğru götürüyorsun onları usul usul, bir yandan da güzel ruhunun duruluğunda göğün derinliklerini yansıtıyorsun. Gemiler dalgalardan yorgun düşmüş, ağızlarına kadar doğu ürünleriyle dolup ana limana dönerlerken de benim düşüncelerimdirler, zenginleşip Sonsuzluk'tan gene sana dönen düşüncelerim.


XIX

YOKSULUN OYUNCAĞI

Zararsız bir oyalanma düşüncesi vermek istiyorum. Suçtan uzak eğlenceler öyle azdır ki!

Sabahları yollarda başıboş dolaşmak kararıyla evden çıktığımız zaman, birer kuruşluk ufak oyuncaklarla doldurun ceplerinizi - bir tek iple oynayan dümdüz soytarı gibi, örsünü döven demirci gibi, atı düdük kuyruklu binici gibi - meyhanelerde, ağaç diplerinde karşılaştığınız, bilinmedik, yoksul çocuklara armağan edin bunları. Gözlerinin alabildiğine büyüdüğünü göreceksiniz. Almaya cesaret edemeyeceklerdir ilkin, mutluluklarından kuşku duyacaklardır. Sonra elleri armağanı çabucak kapıverecek, sonra da kaçacaklardır, insandan sakınmasını öğrenmiş olan, verdiğiniz şeyi götürüp uzakta yiyen kediler gibi.

Bir yol üstünde, güneş vurmuş bir güzel şatonun aklığı beliren geniş bir bahçenin parmaklığı ardında, pek süslü bir kır giysisi giymiş, kanlı canlı, güzel bir çocuk duruyordu.

Lüks, kaygısızlık, alışılmış zenginlik görünümü, bu çocukları öylesine güzelleştirir ki, orta hallilerin, yoksulların çocuklarının hamurundan değil de başka bir hamurdan yapılmışlar sanır insan.

Yanında, otlar üzerinde kendisi kadar taze, cilâlı, yaldızlı, kırmızı giysili, tüylerle, boncuklarla kaplı, çok güzel bir oyuncak duruyordu. Ama güzel oyuncağıyla ilgilendiği yoktu çocuğun, baktığı şey de şuydu:

Parmaklığın öbür yanında, yolda, dikenler, ısırganlar arasında bir başka çocuk vardı, kirliydi, cılızdı, islenmiş gibiydi, usta bir gözün bir arabacı cilası altında eşsiz bir resim bulması gibi, yansız bir göz de bu parya-yumurcağın güzelliğini sezebilirdi, ama, yoksulluğun tiksindirici pasından temizlenmesi gerekirdi.

İki dünyayı, büyük yol ile şatoyu birbirinden ayıran bu simgesel demir çubuklar ardından, yoksul çocuk zengin çocuğa kendi oyuncağını gösteriyor, o da bunu ender bulunur, bilinmedik bir nesne gibi, doymak bilmez gözlerle inceliyordu. Pasaklı çocuğun parmaklıklı bir kutuda kızdırdığı, oynattığı, sarstığı bu oyuncak, canlı bir fareydi! Ana babası, tutumluluktan olacak, yaşamın ta içinden çıkarmışlardı oyuncağı.

Ve iki çocuk, aklıkları birbirlerine eşit dişlerle, kardeşçe gülüyorlardı birbirlerine.
XX


PERİLERİN ARMAĞANLARI

Periler büyük toplantılarını yapıyorlardı, son yirmi dört saat içinde dünyaya gelmiş bebekler arasında armağan dağıtımını gerçekleştireceklerdi.

Yazgının bütün bu eski, bu kaprisli Bacıları, sevincin ve acının bütün bu garip Anaları son derece çeşitliydiler: Kimilerinin kederli, asık yüzlü bir görünüşü vardı, kimileri de şen şakrak, alaycıydılar; kimileri gençti, her zaman genç olmuşlardı; kimileri ihtiyardı, her zaman ihtiyar olmuşlardı.

Perilere inanan bütün babalar gelmişlerdi, bebeklerini de getirmişlerdi kollarında.

Armağanlar, Yetenekler, iyi Rastlantılar, karşı durulmaz Durumlar, bir armağan dağıtımında kürsü üstüne konulan ödüller gibi yığılmıştı kurulun yanına. Buradaki ayrılık, Armağanların bir çabanın karşılığı olan birer ödül değil de, daha yaşamamış olana gösterilen birer lütuf, alın yazısına yön verebilecek, mutluluk kadar yıkımın da kaynağı olabilecek birer lütuf olmasıydı.

Zavallı Perilerin işleri başlarından aşkındı; istekliler çok kalabalıktı çünkü, sonra Tanrı ile insan arasında yer alan varlıklar da bizim gibi Zamanın ve sonsuz çocuklarının, Günlerin, Saatlerin, Dakikaların, Saniyelerin korkunç yasasına uyarlardı.

Gerçekten, bir görüşme gününde bakanlar kadar, ulusal bir bayramın karşılıksız azatlar getirdiği günlerde Mont-de-Piété görevlileri kadar şaşkındılar. Hatta, sabahtan beri duruşmada bulunup da akşam yemeğini, aileyi, sevgili terliklerini düşünmekten kendilerini alamayan insan yargıçlar gibi, zaman zaman saatin ibresine de baktılar sanıyorum. Doğaüstü adalette bile biraz acele ve rastlantı olduktan sonra insan adaletinin de bazı bazı böyle olmasına şaşmayalım. Bizler de haksız birer yargıç oluruz yoksa.

O gün de bazı saçmalıklar yapıldı bu yüzden, ama Perilerin belirgin, değişmez huyu önlemden çok kapris olduğu için, bu saçmalıkları garip saymak yersiz olurdu.

Böylece serveti mıknatıs gibi çekme gücü, çok zengin bir ailenin biricik varisine bırakıldı, çocukta yaşamın gözle görülür servetlerine karşı hiçbir hırs bulunmadığı gibi, her türlü yardımseverlik duygusundan da yoksun olduğundan, ilerde milyonlarıyla pek sıkıcı durumlara düşebilirdi.

Güzellik aşkı ile Şiir gücü de böylece kederli bir kopuğun, bir taşocağı işçisinin oğluna verildi, adam baş belâsı çocuğunun yeteneklerini hiçbir biçimde destekleyemez, gereksinmelerini de karşılayamazdı.

Bu törenlerde dağıtılanın değiştirilemeyeceğini, bir armağanın geri çevrilemeyeceğini söylemeyi unuttum.

Bütün Periler angaryanın bittiğini sanarak kalkıyorlardı; bu insan parçalarına atılacak hiçbir armağan, hiçbir ödül kalmamıştı çünkü; bu sırada adamın biri, sanırım zavallı, ufak bir satıcı, ayağa kalktı, kendisine en yakın Perinin renk renk buhardan yapılmış giysisine yapışarak haykırıverdi:

"Ne o! bayan! bizi unuttunuz galiba! benim çocuğum var daha! Boş yere gelmedik ya."

Peri güç duruma düşmüş olabilirdi; hiçten başka bir şey kalmamıştı çünkü. Ama Periler, Yeraltı Cüceleri, Hava Perileri, Su Perileri gibi insan dostu olan, çoğu zaman da kendilerini onun tutkularına uydurmak zorunda kalan, ele gelmeyecek kadar ince, tanrısal varlıkların doğaüstü dünyasında, binde bir uygulanmakla birlikte, çok iyi bilinen bir yasayı anımsadı, -böyle bir durumda, yani armağanlar tükenince, hemen oracıkta, bir armağan yaratacak düş gücü varsa, periyi bir armağan daha, fazladan ve olağanüstü bir- armağan daha vermeye yetkili kılar yasayı.

İyi Peri de böylece, periliğine yaraşır bir güvenle, "Senin oğluna ... senin oğluna da ... Beğenilme vergisini veriyorum!" dedi.

"Ama nasıl beğenilmek! beğenilmek, ha? .. neden beğenilmek?" diye sordu küçük dükkâncı inatla, Uyumsuzluk mantığına kadar yükselecek güçte olmayan, şu orta-malı mantık yürütücülerden biri olmalıydı.

"Çünkü! Çünkü!" diye yanıtladı Peri öfkeyle, ona sırtını döndü, sonra da arkadaşlarının arasına katıldı, şöyle diyordu onlara: "Şu küçük, kendini beğenmiş Fransız'a ne dersiniz, her şeyi anlamak istiyor, oğluna en iyi armağanı kopardıktan sonra bile soru sormaya, Tartışılmaz'ı tartışmaya kalkıyor?"

Charles Baudelaire 

30 Temmuz 2013 Salı

Bir Fotoğrafın Arabı



İlenç. İşte beni bu selenli harfiyle hiç bırakmıcek olan ilenç,
gittiğim her yere götürdüğüm, gittiğim görünmeyen köpeğim
İlenç. -Kim benimle arkadaşlık edebilir? Kim? O Keşiş'in
kanını taşıdığım söyleniyor ve dulmaz bir çalkantıyla
oradan oraya koşuyorum yalınayak ve küçücük çenemde
büyük bir ben, kapalı güzelliğimle tanıyorum hala. Lekesi
gibi U.

Çiçek. Çiçek satıcılığıyla başlamışım serüvenlerime. İplere
dizili çiçekler ve çocuklar, gül kurusu. Ama nasıl da
büyülüymüşüm o zamanlar, bir pericik yüzünden
bakılamazmış. Boş arsaları vardır yaz gecelerinde hafifsi
malta hummalarının. Kış gecelerinde de sonsuz beberuhili
sanrıların haberleri. Sonra taştan geçit. Elli yaşlarında bir
cadının çekmecesinde yaşıyorum, çivilenmiş. -Gerçekten,
yaşıyor muyum acaba? Mevsimin ne olduğu bilinmiyor ve ben pek üşüyorum. Gibi U.

.. Çiçek satıcılarının o sürgününde Kudüs'e gitmiş, Çalar
Saat'e yerleşmiştim.. Bunları anmak, anmak bile istemiyorum
ki.. Bitivermişti hemencecik, biriktirdiğim paralar çiçek
karşılığı.. Bunca uzar İzmir'ler rehnedildim ben burada. Bu
bir fotoğrafın arabı olsun benden, eline geçecek mi bir gün?
İbranca öğrenimi yaparken bir boliçede görünmeyen
köpeğimle çektirdiğim. Issız ve korkunç. Yapraklarını
dökmüş ulu bir ağacın altında bir kanepeye incelikli ilişmiş
olarak. -Yazıklandığımdan değil. Geçmicek diyedir kaygılanıyorum. A.


Ece Ayhan

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Kuzgun


Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin 
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan, 
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden, 
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan; 
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan, 
 Başka kim gelir bu zaman?" 

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman, 
Işısın istedim şafak çaresini arayarak 
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan, 
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan, 
Adı artık anılmayan. 

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin 
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan; 
Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim: 
"Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan, 
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan; 
Başka kim olur bu zaman?" 

Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden 
"Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, 
Bay ya da Bayan 
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki, 
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan." 
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan 
Kapıyı açtığım zaman. 

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya, 
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan; 
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada, 
Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan, 
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan; 
Yalnız bu sözdü duyulan. 

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden, 
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman. 
İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak; 
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran; 
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran; 
Başkası değil rüzgârdan..." 

Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden 
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman. 
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle 
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan, 
Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan, 
Kaldı orda oynamadan. 

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca 
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan; 
"Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun 
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından; 
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?" 
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama 
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan, 
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki 
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan, 
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan; 
Adı "Hiçbir zaman" olan. 

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden 
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan. 
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı, 
Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan 
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan." 
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte 
"Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin 
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan. 
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan: 
Hiç -ama hiç- hiçbir zaman." 

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün; 
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan, 
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere, 
Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan 
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan. 
Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman." 

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile 
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan 
Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım, 
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran, 
Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran, 
Değmeyecek hiçbir zaman! 

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla Melek geçti, 
ellerinde görünmeyen bir buhurdan. 
"Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da 
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan; 
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan.
" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 

"Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa? 
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan! 
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin, 
Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan 
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..." 
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 

"Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle; 
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan! 
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi 
Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan, 
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?" 
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 

Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin! 
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan! 
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın! 
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan! 
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!" 
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde 
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan; 
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin 
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan, 
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan 
Kalkmayacak - hiçbir zaman! 

Edgar Allan POE

26 Haziran 2013 Çarşamba

Mor Külhani



1.Şiirimiz karadır abiler 

 Kendi kendine çalan bir davul zurna 
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan 
Taşınır mal helalarında kara kamunun 
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir 

Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler 

 2.Şiirimiz her işi yapar abiler 

Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur 
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür 
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta 
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir 

 Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler 

 3.Şiirimiz gül kurutur abiler 

 Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın 
Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga'ya kaçan 
Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu 
Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir 

Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler 

 4.Şiirimiz erkek emzirir abiler

 İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister 
Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun 
Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla 
Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir 

 Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler 

5.Şiirimiz mor külhanidir abiler 

 Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz 

Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde 
Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle 
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir. 

Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler 

 6.Şiirimiz kentten içeridir abiler 

Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir 
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla 

 Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler? 


Ece Ayhan ÇAĞLAR


16 Haziran 2013 Pazar

Paris Komünü Manifestosu




Fransız Halkına:

Top ve tüfek mermileriyle, kardeşlerimizi, kadınlarımızı ve çocuklarımızı bağışlamaksızın Fransız kanı akıtan, Paris’i kuşatma ve bombardıman dehşeti ile yeniden tehdit eden bu acılı ve korkunç çatışma içinde, kamuoyunun ulusal vicdanda tedirginlik yaratacak şekilde bölünmemesi zorunludur.

Paris ve tüm ulus gerçekleştirilen devrimin doğasını, nedenini ve amacını bilmek zorundadır. Sonuçta, kurbanı olduğumuz ölümlerin, acıların ve talihsizliklerin sorumluluğu, Fransa’ya ihanet edip Paris’i yabancılara teslim ettikten sonra, ihanetlerinin ve suçlarının iki şahidi cumhuriyet ve özgürlük felaket altındayken, büyük şehrin enkazını kör ve kaba bir inatla gömme peşinde olanlara aittir.

Komün, Versailles’da oturan politikacılar tarafından yanlış anlaşılan, bilinmeyen ve karalanan 18 Mart hareketinin gerçek karakterini tanımlamak için Paris halkının özlem ve isteklerini belirlemek ve teyit etmekle yükümlüdür.

Paris, savaşları ve kurbanları yoluyla, zihinsel, ahlaki, idari ve ekonomik yenilenmesini, ihtişamını ve refahını hazırladığı tüm Fransa için bir kez daha çalışmakta ve cefa çekmektedir.

İstenen nedir?

Halkın hakları, toplumun olağan ve özgür gelişimiyle uyumlu yegâne yönetim biçimi olan Cumhuriyetin tanınması ve birliği.

İnsan, yurttaş ve üretici olarak her bir Fransızın kabiliyet ve yeteneklerinin tümüyle gerçekleştirmesini ve bireylerin haklarını güvence altına alan, Fransa’daki tüm yerelliklere yayılmış Komünün mutlak özerkliği.

Komün’ün özerkliğinin yegâne sınırı, birleşmeleri Fransız birliğini teminat altına alan sözleşmeye katılmış tüm komünlerin özerklik hakkının eşitliği olmalıdır.

Komün’ün asli hakları:
Komünal bütçelerin, harcamaların ve masrafların oylanması; vergilerin belirlenmesi ve dağıtımı; kamu hizmetlerinin yönetimi; yargının, polisin ve eğitimin organizasyonu; Komün’e ait olan malların idaresi.

Yargıçların ve tüm kademelerdeki komün görevlilerinin oylama veya tartışma yoluyla seçimi; ayrıca denetim ve görevlilerin geri çağrılma hakkı.

Bireysel özgürlüklerin ve vicdan özgürlüğünün mutlak bir şekilde garanti altına alınması.

Düşüncelerini özgür bir şekilde ifade ederek, çıkarlarını özgür bir biçimde savunarak Komünü ilgilendiren işlere yurttaşların müdahale etmesi. Ayrıca, toplanma ve ifade hakkının özgür ve adil bir biçimde uygulanmasını denetlemek ve temin etmekle tek başına sorumlu olan Komünün, bu ifade özgürlüklerini garanti altına alması.

Şehir düzenini koruyan ve kendi yöneticilerini kendi seçen şehir savunması ve Ulusal Muhafız örgütü.

Paris yerel bir garanti olarak büyük merkezi idarede (Komün Federasyonları Temsilciliği) bulunmaktan, aynı ilkelerin gerçekleştirilmesi ve uygulanmasından başka bir şey istemiyor.

Özerkliğinin bir unsuru ve eylem özgürlüğünün bir getirisi olarak Komün, kendi sınırlarını da gözeterek, halkın istediği ve arzulanan idari ve ekonomik reformları gerçekleştirme hakkını; öğretimi, üretimi, değişimi ve kazancı geliştirmek ve genişletmek için ihtiyaç duyulan kurumların yaratılmasını; anın ihtiyaçlarını, ilgili kişilerin arzularını, deneyimin getirdiği gerçekleri de göz önüne alarak iktidarın ve mülkiyetin evrenselleştirilmesini kendinde saklı tutar.

Düşmanlarımız, diğer komünlerin bağımsızlığına ve egemenliğine karşı açık bir saldırı anlamına gelen, “Paris kendi isteklerini ve üstünlüğünü ulusun geri kalanına kabul ettirmek istiyor ve diktatörlük taslıyor” suçlamasını yaparak kendilerini mi yoksa ülkeyi mi aptal yerine koyuyor?

Düşmanlarımız, eski Fransa’nın bütün köşelerinde Federasyon Bayramına hız veren babalarımızın ilan ettiği devrim tarafından kurulan Fransız Birliğini yok etmenin peşine düşmekle Paris’i suçladıklarında kendilerini mi yoksa ülkeyi mi aptal yerine koyuyor?

Bugüne kadar imparatorluk, krallık veya parlamentarizm tarafından bize dayatılmış olan birlik akılsız, keyfi veya zahmetli bir merkeziyetçilikten başka bir şey değildir.

Paris’in istediği siyasal birlik, tüm yerel insiyatiflerin gönüllü birliğiyle tüm bireysel enerjilerin mutluluk, özgürlük ve güvenlik gibi ortak amaçları göz önünde bulundurarak kendiliğinden ve özgür bir biçimde bir araya gelmesidir.

Halk insiyatifi tarafından 18 Mart’ta başlatılmış olan Komün Devrimi yeni bir deneysel, olgusal ve bilimsel siyaset çağını başlatır.

Militarizm, işlevselcilik, sömürü, vurgunculuk, tekeller, işçi sınıfını köleleştiren ayrıcalıklar, talihsizlikleri ve felaketleriyle anavatan, eski idare biçimine ve ruhbani dünyaya ait ihtiyaçlardır.

Yalanlarla ve iftiralarla aldatılmış bu sevgili ve büyük ülkeyi teskin edelim! Paris ve Versailles arasındaki savaş asılsız uzlaşmalarla sona erdirilemeyecek türde olan bir savaştır. Sonuç şüphe götürmez. Zafer, Ulusal Muhafızların yılmaz enerjisiyle, inancın ve doğruluğun zaferi olacaktır.

Fransa’ya sesleniyoruz:

Serinkanlı olduğu kadar cesaretli de olan, enerjik ve coşkulu bir şekilde düzeni savunan; hem makul nedenlere dayanarak hem de gayretli bir biçimde kendini kurban eden Paris, kendini herkesin özgürlüğüne ve şerefine adamak için silahlandı. Fransa bu kanlı çatışmayı durdurmalıdır.

Karşı konulamaz iradesini yasal bir şekilde bildirerek Versailles’ı silahsızlandırmak Fransa’nın görevidir.

Zaferlerimizden yararlanmayı arzulayarak, gösterdiğimiz çaba ile dayanışma içinde olduğunu ilan et. Ya komün düşüncesinin zaferi ya da Paris’in yıkımı ile sonuçlanabilecek bu savaşta müttefikimiz ol.

Bize, Paris’in yurttaşlarına, gelince, amacımız tüm tarihi aydınlatmış olan diğer devrimler arasında en büyük ve yaşamsal yaratıcılığa sahip modern Devrimi tamamlamaktır.

Savaşmak ve kazanmak bizim görevimizdir.


19 Nisan 1871, Paris Komünü