13 Aralık 2015 Pazar

Ölümlü Yaşamaya Hergünkü Çağrı



Halbuki birçok şey söylenebilirdi.Yadsınırdı örneğin.Ben vurmadım denirdi.Yalvarırdı, kaçardı hiç değilse insan.Türkü bile çağırabilirdi.Herif sokağın ortasında yatıyordu.Kan içimde yatıyordu.Tıpkı ölmüş gibi.Öldüyse eğer sinemalara gidemeyecekti.Sıkıldı mı oturup ağlayamıyacaktı.Saçları kandan yapış yapıştı.Hem geceydi hem karanlıktı.Bir direkte bir lamba yanıyordu.Bildiğimiz lambalardan.Bir de bulut.Halbuki birçok şey söylenebilirdi.Polis dirseğimi sıktı.Ama hiç acımadı.Artık rahattım.Ayaklarım yerdeydi.Eller tutulurdu yaşadığım.Bir korkuyordum, bir korkuyordum. Titremek geliyordu içimden.Üstelik korkmaktan hoşlanıyordum.Birşeyler özlüyordum korktuğum zaman.Muz gibi, tüylü tüylü şeftali gibi, sıcacık kadın gibi.Ama değildi, bunlar değildi. Neydi bilmiyorum.En iyisi bir duvara yaslanıp sigara içmekti.Polis dirseğimi sıktı.Birçok şey söylenebilirdi.Denilebilirdi ki, herifin parası vardı benim yoktu, karıma sulanıyordu namussuz, anama avradıma sövdü durup dururken, senin geçmişini...dedi.Ama ben tutum ne dedim oysa.

İnce Zincir

Herif düpedüz beni aldattı
Beni mi ya hepimizi
Ense traşı uzamıştı inandım
Günlerden cumartesiydi iyi buldum
Bir ben yoktum başka herşey vardı.
Dedim ki kendime hatırlar arada bir


Bir selam versem bütün ışıkları yanar gözbebeklerinin
Kopmuş gemilerin birer birer rıhtıma bağlar
Merhaba dedim yüzüme baktı
Çektim herifi vurdum.

Halbuki sarhoş olmasaydım vurmazdım
Adamakıllı ağlasaydım yahut
Mavi tulumbalar gibi
Bir ışık boydan boya yolu donattı
Ortada ben yoktum şaşırdım
Paltosu eskiydi sevindim
Merhaba dedim yüzüme baktı
Cebinde gazeteleri vardı.
Çektim herifi bir daha vurdum.


Adamın kanı aktı şaşırdım
Dünya öyle güzel ki
Sevişmek var ölmek var
İç çekmeleri var şaraplarla
Bir kadının oh demesi var içinden
Koptuğu yerden başlamak
Yaşamak için herşey
Merhaba dedim yüzüme baktı
Çektim herifi vurdum.

Aslında bir ben vardım sokakta birde polis. Beni yeni olmuştum. Önce yoktum elbet. Bir de sokak lambası ile o bulut. Bir de vurduğum o adam vardı. Tamam birde ağustos gecesi. Elbette geceydi ne sandınız. Gündüz adam vurmak için sebep yok zaten. Polis benim savunmamı yeter buldu belki. Ama ille tanık gerekiyordu. Öyle dedi polis. Tanık olmadan olmaz dedi. Doğruydu ya. Tanık olmadan olmaz. Tanık kimse ne yaşar ne ölebilir, ne sarhoş olabilir, ne aşık olabilir, ne yankesici olabilir. Bakındım. Sokak lambasını gördüm, gösterdim, bulutu gördüm gösterdim. Hem başka kimseciklere inanamazdım. Zaten kimse de yoktu. O sokak lambasının dedikleri bir bir hatırımda.Işığı da. Gidip birgün hatırını soracağım nokta.


Işığın Boğulduğu


Bu adamın(benim yani) aklında dumanı tüten çorbalar vardır
Üç beş kişi hatırlıyodu biri kendisi
Kendi elini üç defa öptü başına götürdü
Saçlarını düzeltti kravatının düğümünü çekti
Sislerin kötümser kokusunu ben bile duyuyordum.
Sokaklar meydanlar tüm boş tüm zehir kalabalıkta

Gümüş bukağılar vurulmuş bir beygir ikide bir uykusunu bölüyor
Bir bağırsa sesi bütün sokaklara yeter biliyorum.
Beni bu işe katmayın
Ben durur şuracıkta gelen geçeni aydınlatırım
Gece böceklerini gönenirim
Bu işi sevgiyle öptüm başıma koydum

Bunları bırak dedi, polis. İşin içyüzünü anlat biliyorsan.

Sokak lambası tıkandı baktım. Dokunsalar ağlayacaktı. Benim dedi, tıpkı böyle dedi, kendimden konuşturulmayan yerlerde sözüm yok. Bütün diyeceğim bu kadar. Ama yok yok bir türküm daha var onu da söylemek istiyorum.Sen bırakmasan da söyleyeceğim zaten.



Rahat Ayrılıklar İçin Giriş


sosisli sandeviçlerin en seçmesi sizin için
hardallar ve denizaşırı bitkileri
gönlünüze göre aygın baygın ezgiler
inanmışlığınız, sevinmişliğiniz, uygunluğunuz
bir adamın bakışı size
bir kadının kalçalarını oynatması size
gök mavi oldumuydu sizin içindir
aşkolsun size
sizden utanıyorum özür dilerim
gelecek günlere başsağlığı dilerim


Artık bütün iş buluttaydı anlıyorsunuz.Üstelik onların söyledikleri beni hiç ilgilendirmiyordu.Ama doğrusu bulutun neler söyleyeceğini merak ediyordum.Bir bildiği var gibiydi.Polis ona baktı söyledi sonunda 

ÖLÜMLÜ YAŞAMAYA ÖVGÜ
herkesin aşkının bir parça azımsandığı yerde
ben üç kişi biliyorum
ben bir ekmekle tuz biliyorum
bir de aşk biliyorum (Dedi)

benim işim gece gündüz gökyüzünde durmaktır
meryem oğlu İsa’nın ballandıra ballandıra anlattığı yerdeyim
köhne ama güneşli sokaklara bayılıyorum
şarkıların adam öldürmek için yettiği kenar sokaklara
meymenet sokağı böyle bir sokaktır
29 Ekim bayramında gider üstünde dolanırım
14 Temmuz gecesi ne yapar yapar Van Gogh’un cümbüşüne
giderim
yıldızlı yüzler hava fişekleri dereler gibi akıp giden sevgi
ezberlediğim esenlikleri sonra bir bir anarım
ezberlediğim dudakları sonra bir bir anarım
bu bir adamın türküsüdür
bu adamın türküsü nedir bilmiyorum
bu adam da türküsünü bilmiyor
unutmamamış sanırım yeniden hep yeniden yaratacak
işte siz de buradasınız ben de buradayım
gökyüzünde parça parça bir yağmur varsa
istekli parmaklarında uysal bir mermer varsa
elleriyle birlikte bir kadının yanında yatıyorsa
kan varsa ortada çizgiler kırılıyorsa
her nerede salkım saçak bir ateş yanıyorsa
her nerede vakit sabaha karşıysa
bu adam orada var

Polis ‘eh evet evet dedi.Anladığım bana yetecek sanırım.şarkılara tellim güvendim zaten.İnsanlar bir orda doğrusunu söylerler.Sevildiklerini, kovulduklarını, küçüklüklerini, büyüklüklerini, ne getirdilerse dünya şarkılarıyla getirdiler.’Sokak lambasını haince bir gölgesini çiziyordu polisin.Işığın sarışınlığında kapkara bşr gölge.Toprakta.Bundan aydınlık gece olamazdı sanıyorum.Dedim ki, daha bir diyeceğim var dedim.Söyle dedi.Söyledim.

Oturdum Her Kopuğu Düğümledim.

Çoktandır herşeyim uzakta.
Vakitli vakitsiz aynalara bakıyorum
Dönüyorum bir daha bakıyorum
Bir kadın gelse ayaklarıma kapansa ölse
Daha önce yitirdiğim bir vakit aklıma geliyor
Dönüyorum bir daha bakıyorum
Örneğin defneler parkta yahut laz kirazları
Güneş vurmuş sokaklar kat kat evler
Duvara oyulmuş kadersiz heykellerin patlak gözleri
Su kurbağaları gelip geçen bir çizgi gözlerimden ince
Bana birşeyler hatırlatmaya uğraşıyorlar
Ama hatırlar mıyım benim aklım var
Öyle birşey yok elbet hatırlamam
Laz kirazının da kırmızı balıkların da çabası boşuna
Ne varsa şurda var diyorum
Dönüyorum bir daha bakıyorum
Sanıyorum ben yanıda değilken dalgınken yahut
Yahut sevişmezken yahut ölürken
Dünya kalleşçe değişiyor uzaklaşıyor
Namussuzca kaçıyor
Ya onu tutuyorum ya ardından koşuyorum telaşla
İşte ya öyle sanıyorum şaşarsınız

Sonuç İçin Giriş


Bizim ma giyimlerle güneşlendiğimiz yerlerde
Dişlerimizin arasında bir çöple güneşlendiğimiz yerlerde
Ne insan tükenir ne gökyüzü
Bir çift al beygirin çektiği bir kupa çektiğinde
Ya da yaseminler satılan bir köşebaşında akşamüzeri
Yoğun duygularla evrenle karşı karşıya
Kan çirkin değil

Sonuç

Ben insanım bu kaygılarım da geçer
Yalan söyledim geçmez değişir
Her gelen gün üşünmeden yeniler beni
Bugün vurduğum adam
Yarın boğulduğum deniz
Utanmam tek başıma sevinirim
Utanmam sevinirim


Turgut UYAR




5 Aralık 2015 Cumartesi

Gökanlam VII


VII

Kurdum her türlü kaçınılmazlığın
Kentini gözkapaklarımda
Bir vakitler tutar tutar tırnaklarımı keserdim.

Bir vakitler avuçlarım yoktu, şimdi boynum yok
Hüzünle eğmek için
Herkes bir ozandır, bağışlanırım
Sulardan mı? sulardan ırmakları tutarım
Ben geçerken koyuyorgun bir şey eğilir
Tadar yüzümden
Bir güzelden bir güzele az mı sevinir
Ben sulardan ırmakları tutarım.

Varsa da aşkımın bir uzak yeri
Kırmızı bir salkım üzümle sularda ayak izleri
Ey yalnız olan gök, ey su verilmemiş bıçak!
Herkes senin ozanındır
Herkes senin ozanındır bağışlatmak için kendini.

Edip CANSEVER

18 Kasım 2015 Çarşamba

Öğle Uykusundan Uyanırken



Öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, her gün o saatta yükselirdi. Kendimi büyümüş bulurdum. Birbiri arkasına uyanırdım. Koştuğumu anlamadan. Cilalı taş ormanları içinden geçerdim. Düş, doğaya dönüşürdü. Yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki!

Uykunun çiçekli perdesi duvara vurmuştu ama o sabırsız, damıtık, büyü bilmez ışık, imgelemin bütün haritasını parça parça ediyordu. Her uyanışında dünyayı baştan yaratatan çocuğu Tanrı korusun! Parçaları toplamağa başladım ağır ağır.

Önce solumdaki duvarı gördüm, az sonra da tanıdım. Yatağıma arpa boyu uzaklıktaydı, boşalmış, yaşı olmayan pencere ile arasında tedirgin masa duruyordu, kapıya bitişikti. 

Derlenip toparlanan ölçüler içindeki konumundan ötürü de, alıştığı yeri alıverdi. Bellek bir kalıtımdır.

Eşya arasındaki anlaşmada hep bir giz bulmuşumdur. Bizimle birlikte uyuyup uyanırlar. Ama her uyanışta ya bir şey eksilir, ya da bilinmedik bir şey doğar. Kalanlar kapatır eksilenlerin yerini ve yenileri örter. Yoksa bir duvarı tanımak kolay değildir. Duvarlar bir dizge içinde anlam kazanırlar ancak. Var olanın gerçekliği, kendi soyundan başka gerçeklikleri gerektirir. Sayı bundan doğmuştur. Ne güç öğrendim! İnsan elinden çıkma şeylerin, doğal şeylere göre daha karmaşık bir yaşamları vardır. Atalarını bilmezler. Duvar geçmişi yadsır, zamanı hiçler. İnsanın en acımasız buluşudur o, özgürlüğümüzü tutuklar. Bütün elürünü varlıklar gibi öçle doludur ve öç duygusu kişiliğin kanıdır. Hiçbir duvar ötekine benzemez; kimi konuşur, kimi susar boyuna (konuşanlar genç, susanlar yaşlıdır), kimi içeri kapatır, kimi dışarı açar; kimi öldürür (ölümlerin çoğu bundandır), kimi yaşatır (bunu bilmek olanaksızdır). Kurşunlarla delik deşik olmuş, üstü yaralar ya da resimlerle dolu duvarlar vardır. Uruk'taki ilk kerpiç duvardan beri yazgımız değişti. Shih Huang Ti'nin büyük duvarı düşmana değil, halka karşı idi ve insanlarda hiçbir umut bırakmamıştı. Duvar ancak düşle aşılabilir. O gün ben de, bilinçsizce elbet, o atılımı denedim. Ama bunu kaç kez anlattımsa da kimseyi inandıramadım. Belki de hiç anlatmadım.

Çok duvar gördüm. Birinde Shakespeare'in ünlü sözü yazılı idi: "Olmak mı, olmamak mı?" Bunun altına bir başkası, belki de bir deli, sonradan deli olmuş biri, çünkü deliliğin öncesi yoktur, şu sözleri eklemişti: "Yalnız olmak mı, yalnız olmamak mı?" Şiirimi o sözden başlatır, sonra da bir duvar örmeğe başlardım belki, fakat onun altına bıçakla kazınmış şu sözleri okudum: "Var mıyım, yok muyum?" Shakespeare'in asıl söylemek istediği buydu, Hamlet'in onca zayıf istençli olması, varlığından kuşkuya düşmesi yüzündendir. Kuşlar uyurken anlar bunu. Hamlet kendine dışardan bakıyor, bu nedenle de yabancılık duyuyordu. Aynaları kırmak niçin uğursuzluk olsun? Bu duygu Hamlet'i eylemden alıkoyuyordu. (Gerçekte bahaneydi bu.) Çevresi içindeki konumunu yitirmişti. Onun bütün serüveni, şu bir türlü anlayamadığımız yalnızlıktır. (Duvarların en korktuğu. Kaç kez dinledim.) Babasını hortlatmasının nedeni başka türlü açıklanamaz. Bu gibi durumlarda düşle gerçek birbirine karışır, bundan ötürü de eylem, zaman zaman, kırlangıç yuvası gibi boş kalır. "Bir taş alıp attı" demekle, "Eline bir taş geçti" sözü arasındaki ayrım bunu gösterir. El midir iş gören, yoksa taş mı? Flaubert bu ayrımı anlamıştı.

Pencereyi, yaz güzünün giz bırakmayan ışını ile çoktan kaynaştığı için, daha da çabuk tanıdım. Yalnız değildi. Sesler geliyordu uzaktan. Ne kadar ses varsa toplanıp sokağın ucundaki parkta, çocukların anılarını kurmaya gitmişlerdi. Kuşları göremedim, belki de bahçelerin kuruluşunda görevliydiler. Bu görev asıl, ses ile sessizliğin ortak temeline dayanır ve çocuklar sadece biraradalığı tanıdıkları için dünyaya hiç yabancılık duymazlar. Kuş ve ağaç birdir onlar için. Duvar ve pencere bir. Bütün sorun, araya gizlice bir şey katabilmektedir. Gerçekte hiçbir şeyin tek başına anlamı yok. Ah konuşmanın anlamsızlıklardan doğduğunu bir anlasak. Onları yeni baştan toprağa dikip suladım.

Bir süre kanımın gelgitinde sallandığımı algıladıktan sonra yatağımda doğruldum. İşte o zaman, odamın ucunda, pencerenin altında, dolapla duvarın yer çizgisi arasında bir altın külçenin parıldadığını gördüm. Bunu bir an çok olağan bulduğumu unutmuyorum. Olağanüstü değildir şaşırtan. Bir yandan da, beynimdeki düş zembereğinin bir aksaklığa uğradığını, az sonra bu imgenin yok olacağını düşünüyor, bilincin acelesinden ya da düşün tam zamanında yitmekte gecikmesinden ötürü ortaya çıkan bir tür Araf'ın gerçek varlığını tanımaya çalışıyordum. Araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir, insan, cennetle cehennemden başka bir şey olsun istemiştir. Yaşamla ölüm arasında da böyle bir yer vardır. Karşıtlık yaratır onu, zaman yalnız orada işler, yaşamda ve ölümde değil. sürekli ile süreksizin arasında düştüm kaç kez. Durmak da, yürümek de şaşırtıcı idi.

Hiç istemeden kendini bana yakalatmış gizli bir dünya idi bu. (Sonraları bu dünyayı kaç kez gördüm, kaçırdım ve her görüşümde hasta düştüm. Belki de delilik budur, çünkü kimseyi inandıramazsınız, herkes sizden uzaklaşır. Oysa hepimiz o dünyada yaşamaktayız, ama "söz"ün yetersizliği bizi yenik ve mutsuz düşürüyor. Bir gün gerçek "söz" bulunacaktır.) Eskiden beri bildiğimiz iki gizsiz dünya, düş ve gerçek, arasında bir geçiş bozukluğu idi bu yeni dünya ile karşılaşmamaın nedeni. Çünkü ilk sayı "üç"tür. Ah ne duvarlar, ne pencereler, ne denizler, ne bahçeler, ne bitkiler, ne hayvanlar vardır, hem tanıdık hem ilk. Birinden ötekine geçilirken, en beklenmedik olanla karşılaşılır. Sokakları dolaşmayı sevdim. Değişme sonsuzdu. Öyle ki, kimsenin geçmediği sokaklar buldum.

Altın külçesinin parıltısı gibi ağırlığı da olmalı idi. Ağırlık, ölümün yaşlanmasıdır. Bir ölüyü bir kaç kişinin zar zor taşıyabildiğini unutmayalım. Dünya da gitgide ağırlaşıyor. Kıyamet, dünyayı artık taşıyamayacağımıza ilişkin bir tür önsezidir, bir tür geriye dönüş, bir anı. Kıyameti dört gözle bekliyorum. Çünkü ondan sonra yaşadım. Asıl dünyayı yaratmanın mutluluğu! Ben senin çocuğunum!

Çarçabuk üstüne atılsam, yüzde yüz, altın külçenin ağırlığını da duyumlayabilecek, böylece de elimin ve kolumun kaslarına can katmış olacaktım. Bizi olağanlıkların öldürdüğünü unutma! Ama parıltının da önce yok olacağı korkusu beni bundan alıkodu. O durumda sadece ağırlığı yakalamam, bilincimi de, düşümü de içinden çıkılmaz bir güçlüğe sokacaktı. (Bence parıltı idi önemli olan.) Nitekim önce ağırlığın yok olduğunu sezdim, parıltı bir an daha, tek başına, şaşkın, ürkek (dünyada onun yeri yoktu ki!) sürdü. Öz niteliklerin tümü tedirgindir. Ama kıyamet onlara zarar veremez. Yakalım onlardan başkasını!

Ancak bu olayda iyi anlayamadığım, daha doğrusu, inanılmayacağını sandığım için saklamayı yeğlediğim bir şey daha vardı. Asıl unutamadığım da odur. Hatta ben onunla çok daha önce de karşılaşmıştım gibime geliyor. Hiç ölmedim ki! Altın külçemin içinde, artık parıltı olmayan, belki de bu parıltıdan habersiz bir bölüm, sakin, kahramanca, yaşanan bir bölüm görüyordum. Burnumun dibinde. O kadar yakın. Ruh değil, (ne gerek var ona), belki de özdeğin ta kendisi. Hem yeni, hem tanıdıktı bu yer. Nedenini bilmediğim bir sevinç kaplamıştı içimi. Sevincin öğretilmemiş olanı. (Sonraları onu yaratmaya nasıl da çabaladım!) Yaşayabilirdim artık. Ben burada değil, orada olmalıyım duygusuna kapıldım. (Her şeyi bu duygu bozdu, bütün duygular gibi). Dahası yuvarlaklaştığı kuruntusuna bile kapıldım. Kısacık bir anda ne çok şey yaşanıyor! Ah, ben dışardayımdır! Olanın olduğu ile olmayanın olmadığı karşıt değildir. Olanı olumlamakla olmayanı olumsuzlamak yalnızca yinelemedir. Bütün önermeler duvardır. Bir önermeyi yatsımak bizi başka bir önermeye çıkarıyorsa kurtuluş yok demektir. Sözü yakmakla olur kurtuluş. Çekmecelere kilitlediklerimizi arıyoruz.

Sonra yatağımdan kalktım, gidip az önce altın külçenin bulunduğu yere ayağımı sürttüm. Yanlıştı bu, biliyorum. O sırada çocuklar evlerine dönüyorlardı. Tanrım, bizi çocuklar dünyaya getiriyor! Elimi de tahta taban üzerinde gezdirdim. Bir ağacı okşar gibi. Kaç kuş geçti pencerenin önünden, sayamadım. Nereye gidiyorlar? Parmaklarımda altın tozları aradım. Önce, bir iki tanecik görür gibi oldum, ama buna pek inanamıyorum. Belki de çocuklar ve kuşlar kapışmışlardı bütün o zerreleri. Kuşlar neden sokaklardan geçerler? Anlayamamışımdır. Koca bir dünya bu! O sırada, sanki neden aldandığımı göstermek istiyormuşçasına, ikindi güneşi parlayıverdi. Ah bu aydınlığın ağırlıksızlığı! Bir imgenin yerini beyaz bir ışık almıştı. Bilincim bana bu ışığın gerçek olduğunu söylüyordu. Çünkü ikisi de aynı mayadan yapılmıştı. Yaratmaların çoğu böyle yarıda kalmıştır. Lanet olsun! Sırasında çekilmeyi beceremeyen düş ise, başka bir gerçeği kaçırıvermişti elimden.

Gölge ve ışığın ilk bulucusu Platon'dur. (Hellen güneşine zeytin diplerinden gölgeler getirerek.) Bundan ötürü çok acı çektiğini sanırım. Bir olanı ikiye ayırmak acı vericidir. Mağarada doğduğum için bilirim, gölge ve ışık aynıdır. Gölge olmazsa, ışık da olmazdı. (Oysa bunun tersini öğrettiler bize.) Ben gölgemden çıktım. Onun için gölgem uzayıp kısalır. Kemiksiz. Platon, ışığı dışarda bırakıp gölgeyi mağaraya tıktı. Ne yanlış!

Güneşi her gün görüyorduk, öldürdüğü çocukları, nerde sakladığını bilemediğimiz kısır karısı, umutsuzca yeniliği (öyle ki, bu bir yenilik bile değildi, önü ardı kesik kalmaya yargılı olduğu için), zorunluluğu altındaki dayanılmaz bunalımı, her zaman koparılmış saçakları, yerini hep boş bırakan uyruksuz sopası, aynalara bakamayan kirpiksiz gözleri, düş bilmediği için hastalanmayan koca ciğeri, ayrımsız bir dünyadaki mutsuz kızı, orada burada unuttuğu saatları, dakikaları, saniyeleri, kömürü, dumanı, kokusu, soluğu ile. Pencerelerden giriyordu sesler gibi. Gerçi her gece düş de görüyorduk, ama düşlerin ölçülebilir bir niteliği yoktu. Onların hızını bulan hiçbir bilim adamı yetişmemiştir. Kaç saniyede, kaç imge geçer düşte? Hız ölüme yakın bir şeydir. Hızı ölçülemeyen düşler tam bir bilgiye elverişli değildir. Zamansız bir toprağın çocuklarıdır onlar. Başkaldırmaktır ödevleri. Başkaldırmadan yaşanamaz çünkü. Gece düşünde, ertesi gün sarhoş olacağını gören Mevlana, ertesi gün içmiş, sarhoş olmuş. Biz ancak uyanıkken gördüğümüz dünyaya inanıyoruz. Bana hiçbir şey gelmez ki! Herakleitos, "O hiçbir şey bilmez, gece ile gündüzün aynı olduğunu da" demiş, Hesiodos için. Ne geceden günü, ne de günden geceyi çıkarabildim. Payım yoksa ben de yokum. Ama Tanrı'ya hiç özenmedim. Yerinde sayan güneş, seni nasıl da çember içine aldık!

Gerçekte deneyim ve deney denli hiçbir şeye inanmamışımdır. Kaç kez denedim taşın düşüp düşmeyeceğini. Hatta ateşin yakıp yakmayacağını da. Bana ne yazılanlardan. Onlar sadece gün ve gecedir. Ah mağara, mağara! Benim bilgeliğim sensin! Engizisyon mahkemelerinin, insanları ateşe atmaları, bilime inandıklarından değildi. Tam tersine, onlar bilim adamlarını, düş görenleri, güneşi satılığa çıkaranları, suyu yakanları ve göğü toprağa karıştıranları yakıyorlardı. Maddeye inanmadıkları halde bunu yapmaları, kısaca dinsizliktir. Anlaşılıyor ki, kilise, öteki dünyaya, ruhun ölümsüzlüğüne de inanmıyordu. Çünkü ruhu yakmak için bir ateş bulamadı. (Bu ateş çok sonra bulunmuştur.) Sıcakla soğuğun aynı olduğuna kim inanır! Sayı şaşırttı bizi. Eskiden sayı yoktu, nitelikler de. Yalnızca yaratma vardı. Ah geride kalan mutluluk! Ben de soğukta kaç kez çıplak dolaştım, üşüdüm. Neden üşüdüğümü bilemem. Hiçbir şey bilmem ki! Belki ateşte ısınmaya alıştığımdandır. Ölülere elimi sürdüm, toprak gibiydiler. Buna ölüm denebilir mi? Çiçek büyütülebilir bir ölümün etinde. Ama bu iş için bir canlıyı seçmenin daha doğru olabileceği kanısına vardım. Bunu kendimde deneyemezdim, kimseyi inandıramazdım, çıbanlarımdan kokrup kaçarlardı. Kısacası, ben bir bilimseverim.

Altın külçenin önce ağırlığını, sonra parıltısını yitirmesi, elbette canımı sıkmıştı. Oysa güneş ışığı orada, köşede vurup duruyordu. Her şeyin benden "önce" olduğu düşüncesi, beni sadece şaşırtmakla kalmaz, varlığımdan kuşkuya da düşürür. Güneş doğmadan önce uyansam (kaç kez yaptım bunu, develer cıgara içiyorlardı), ayaklarımı nasıl unutabilirim. Çocuklarımız bizden önce vardı. Akıl konusunda ise, insan hazıra konmuştur. Küçük sinirlerimden biri titrese, düşünceler bulurum. Söz ondan da eskidir. Ama kutsal kitabı onunla başlatanlar bilmiyorlardı bunu. Kulağa değil, ağza önem veriyorlardı. Duymadır ilk olan. Kral Midas'a bunu Apollon öğretmişti, o ise eşek olduğunu sandı. Hayvanların en büyük korkusu insan olmaktır. Bunca acıyı nasıl barındırdım. Tümü mutlu ölen hayvanlar birbirlerini tanımazlar. Bense başkasını tanırsam kendime acıyorum. Yanyana duruyoruz. Elden ne gelir ki! Başkasını yaratmak gerek. Başkasını yaratmak gerek.

Ben gerçi ikindi olduğunu düşünmüştüm, ama birara kuşkuya düştüm bundan. Saatıma bakayım dedim, akrebi yok olmuştu. Yelkovan, yarış bittikten, seyirciler gittikten sonra, aklını kaçırdığı için koşuyu sürdüren bir atlete benziyordu. Kimse doktor getirmeyi düşünmemişti. Deli, döndüğünü bilmiyordu, boyuna ileri gittiğini sanıyordu. Varacağı bir yer varmış gibi. Bildiği yerlerden birinde düşüp ölecekti.

Akrep, bir gevşemeden ötürü vidasından çıkmış olsa, camın altında bir yere düşerdi. Ne dar bir dünya! Gene de bir akrep ortadan yitiveriyor. (Kaç kez bulamadım kendimi.) Yelkovana oynanmış acı bir oyundu bu. Belki de o, akrebi bulacağım derken kendisine yetişecekti ve yalnızlıktan kurtulduğunu sanıp ikileşecekti. Hem saniye, hem dakika olacak. Çocukluğumda yere düşünceye dek dönerdim, bir yandan da bilinmeyen sözler söylerdim. Uzun süre unuttum onları, sonra yeniden buldum. Yaratma budur. Sanki bilinmez bir dildendi. Bütün çocuklar anlarlar o dili. Sonra anımsamaz olurlar. Ama bir gün bakarsınız, ağzınızdan saçma, anlamsız bir söz çıkıvermiş... başınız döner. Şiir, başdönmesinden başka nedir ki! Anlaştığımız dilleri bulana lanet olsun! Ağacın çok eskiden başka bir adı vardı. Yalnız o bilir. İnsan, doğayı kırbaçlayıp susturdu. Bu oyunu ona oynayan güneştir. Körlüğümüzün öğretisi.

İyice baktım, sarstım saatı, hayır, akrep yoktu. Sadece yelkovana bakarak ikindi mi, yoksa sabah mı olduğunu anlamak ise olanaksızdı. Dışarda dünya eski özgürlüğüne kavuşmuştu. Oynamak istiyordu, ama ısınan duvarlar bunu engelliyordu.

Karanlık bastı mı, mağarada toplanırdık. Saatımız yoktu. Bu yüzden de, ortada odun ateşi yakardık. Altın gibi parıldardı, ama o zaman altın daha maden olmamıştı. Geyiğin yağı damlardı ateşe. Kokusu taş duvara ruhunu çizerdi. Bu ruh yeniden geyik olurdu ertesi gün, ateşimizin üstündeki yerini alırdı... Ölümsüzlük, korkusuzluk günleriydi öğünler. Uzaklardan yırtıcı hayvanların bağırışları gelirdi. Karanlığa bağırırlardı. Barabbas gibi. İsa bu yüzden geldi. Ama biz korkmazdık ki... Analarımız, babalarımız, kızarmış eti parçalarlardı geyiğe benzemiş elleri ile. Herkesin saçı uzundu.

Kaç yüzyıl sonra, kim bilir, saçlarından asılmış bir adam görmüştüm, ayaklarının ucu azıcık değiyordu yere, bu yüzden saçları kopmuyordu; ya da adam, kafasının derisi soyulmasın diye boyuna yere değmeye, böylece de yaşamaya çalışıyordu. Acı çekerek de olsa yaşıyordu, buydu önemli olan. Sanki unutmuştu saçlarını, hayaller kuruyordu; ayak parmakları ile yere değdikçe, tanrı Ante gibi, yeniden güç kazanıyordu. Mutlu ve mutsuz geceleri vardı. Ölümsüz bile buluyordu kendini zaman zaman. Sevinç bir gelip bir gidiyordu.

Bir gün de, bir başka acı çekeni gördüm, hiç belli değildi acı çektiği. Çünkü acıyı akıl yönetmez, ortadan kaldırmaz da, beslemez de. Acı insana sonradan verilmiş yaşama gücüdür. Eskiden, yaşamak için ruh gücüne gerek yoktu. Ruh, yalnızlığın akrebidir.

Bir gün de bir yalnızı gördüm, yalnızlık nedir anlamadım. Yalnız olan, gerçekte yalnız değildir, saldırıya uğramış bir insandır. Eskiden saldırıda yoktu.

Sonra dişlere benzeyen insanlar gördüm, topraktan çıkmış. Birbirlerini parçalıyorlardı. Parçalama, seviden daha güçlüdür. Çünkü akıl, doğar doğmaz ölen bir böcektir. Delilik bu böceği her gün yeniden dünyaya getirir. Bunları birbirlerinden ayırmak insanın erincini yok eder. Bir gün de bir insan gördüm, insanın bir tür olmadığını anladım. Hiç bir benzerlik yoktu. Türler sonradan yaratılmıştır. Bu da bana cesaret verdi. Bütün inançlarımı sorguya çektim. Yok edebilecektim kendimi. Böylece var edebilecek de "Horatio bana bir şey söyle!"

Geyik yarım kalırdı. Ne kadar uyuyacaktık, ne kadar uyurduk, kimse bilmezdi ki! Her akşam şaşardık neden uyuduğumuza. Hele çocuklar uyuyunca, analar ağlamaya başlardı. Ama o zaman gözyaşları yoktu, sadece ses vardı. Sesin nasıl olup da göze geçtiğini ve damladığını bir türlü anlamamışımdır. Bu yüzden olacak, analar (çünkü çok anamız vardı) saçlarını yolarlardı. Babalar dişlerini karıştırırlardı. Dışarıda ağaçlar devrilirdi.

Gerçekte uyku ve uyanıklık birdi. Ölmek ve yaşamak bir. Geceden günü, günden geceyi yaratırdık. Acıkma geyiği diriltmek içindi. Taşları topladın mı, yağmur geliverirdi. Bakışımızla yakardık ateşi. Bir yılan bulduk mu, yüzde yüz ay çıkardı. Şaşıracak hiçbir şey yoktu. İşte, olsun! Bunca kolay. Ne zengindik ama. Sonra tümden yoksul düştük. Bunu ansımam için yüzyıllar yaşamam gerekti. Ah, bütün dünyayı yaşadım.

Saatlara hem akrebi, hem yelkovanı koyma buluşu, gerçekten şaşılacak bir buluştur. İki yıldızı gökten çalıp bir camın altına kapamak kolay iş mi! İlk anda sadece akrepli bir saatın bu işi görebileceği düşünülebilir, ama akrep o kadar ağır yürür ki, biz onun yürüdüğünü göremeyiz, oysa zaman bunca yavaşlığı kaldırmaz. Hız onun var olma sahteciliğidir. Utancından, ölümü yarattı. Yelkovandır bizi zamana inandıran. Güneş saatları edilgendi. Zamanı, dönüş sanmak (ya da tersi) aldanmaların en büyüğü. Aldanmalar çoğaldıkça arttı bilgimiz. Ama yelkovan sadece yürümesini bilir, nereye doğru gidiyoruz, umurunda değildir. Sonra saatımın akrebi yerinde olsaydı da, diyelim beş buçuğu gösterseydi, bunun ikindi mi, sabah mı olduğunu nasıl anlayacaktım? Bu gibi delice meraklar, sayıların bizi şaşırtmasından doğar. Ben sayı saymaya "iki" ile başladım. Sağ elime "sol elim", sol elime "sağ elim" demeyi öğrettim kendime. Aynaya, görüntümü yitirecek gibi bakmayı buldum. Nesneleri olmayan adlar attım ortaya. Nice düşüncemi bulutlar gibi rüzgâra bıraktım. Tümü eksiktir bu yüzden. Onlardan birkaçı ile kimi gün yüz yüze gelirim de tanıyamam. Belki de bütün düşünceler benimdir. O yüzden korkunç bir bıkma duygusu yaşadım, hep yeni bir şey aradım. Her kar yağışta buldum sanırdım. Sağanaklar mutluluğun en gerçeğini tattırdılar bana. Oysa kendi başına bir dünya içindeki özgürlüğüm öldürüyordu beni. "İki" nin "bir" olmasını istiyordum. Zincire vurulmuş bir dünya. Oradan oraya gidiyordum. "Ben" in varlığı alay gibi geliyordu bana. Her şeye baştan başlanmalı idi. Bunu daha sonra anlatacağım.

O zaman yatağa hangi gün girdiğimi düşünmeye başladım. Günleri saydım, sırasız sayılarla. İkide bir duruyordum. Ne kadar azdılar! Ancak " yedi" beni gökyüzüne inandırır gibi oldu bir ara. Demek onu yaratabilirdim. Yoktan. Başka nasıl inanılabilir!

Şunu da ekleyeyim; akrebin yok oluşuna sevinmiştim. Aldanmaktan kurtuluyordum böylece. Yalnız yelkovanla yaşamak hoşuma gitmişti, ikindi ve sabah umurumda değildi. Yelkovan ve akrep ikilisinin kıskacından kurtulmuştum. Yelkovanın hızından yararlanan akrep, her işi kendisinin gördüğü gururu içindedir. Bundan ötürü de ağırdan alır. Akreple yelkovan hiçbir şeye benzetilemez; ancak saat, küçük çocukların, çok küçük çocukların, insanlara merakla, dik dik bakmalarını ansıtır. Bu bakışı bir de ağlamaklı köpek yüzlerinde görmüşümdür. Büyük yanılgı elbet bir gün ortadan kalkacak. İnsanların ilk yenecekleri korku, ölüm korkusu olmalı. Ölüm, deniz kıyılarındaki rüzgârlara benzer; ya da dağ yollarındaki kurumuş çeşmelerin ablak yalaklarına. Öldükten sonra neler yapacağımı düşünüyorum. Bunu bana, saçlarını sarıya boyatmış bir zenci ansıttı. Bir gün akreple yelkovanın işini birarada görecek tek göstergeli bir saat elbette bulunacaktır diye çok düşünmüşümdür. Sonra, hangi yüzyılda, sanırım yirminci yüzyılda (buradaki yirmi sayısı yanlıştır) böyle bir saat yapıldı idi. Ama bunun ne denli gereksiz olduğu üç yuzyıl içinde ortaya çıktı. Çünkü sorunun özü yanlıştı. Zaman ortadan kaldırıldı. Yok edilecek şeylerin başında idi o. Şimdi çamkese böceği gibi, karıncaların yediği zararlı bir şeydir.

Altın külçenin silinip gitmesinde, akreple yelkovanın büyük etkisi, hattâ suçu olduğu kanısındayım. "Ölmek, uyumak, belki de düş görmek..." diye yazdı Shakespeare. Ne yanlış! Demek ölünün düşlere daldığına inanıyordu. Buradaki benzetmenin yanlışlığını bir yana bırakalım, uyumak, düş görmek ancak uyanmakla bir anlam kazanabilir. Ölüler uyumadıkları, düş görmedikleri için yaşamanın çaresini bir türlü bulamazlar. Çünkü yitirilemeyen altın külçe düşü, onlar için bir gerçek olur çıkar artık. Bir gerçeğin düşünü sonsuzca görmek ise, gerçeği yadsımaktan başka anlama gelmez. Ben hem ölüm, hem yaşam olmak isterdim hep. Bunda az buçuk başarım olmadı değil. Benim saatımda akreple birlikte yelkovan da yok olsaydı, altın külçenin gerçeğini daha iyi anlayacaktım. Çünkü tümden ölmüş olacaktım. Beni yelkovan kurtardı ölümden. Bir gün de, az kalsın, uykumda ölüyordum. Nedense korkunç bir savaşım geçti aramızda. Çünkü ben sese alışmışımdır, aklım ancak gürültü içinde dinginliğini bulabilir. Evrende aklın yeri olmadığını bundan iyi hiçbir şey gösteremez, çünkü evren sessizdir. Niçin?

Ölmediğimi anlayınca telefona sarıldım (telefon vardı o zaman), bir arkadaşımı aradım, ona saatı sordum. Sorumu yanıtlayacağına, "Altın fiyatları yükseliyor" dedi. Savaşın habercisi imiş bu. (O zaman savaş diye bir şey vardı.) Ben, saatımdaki akrebin yok olduğunu söyleyince de, "Yelkovan nene yetmez" dedi. Telefonu kapadım. Altın külçenin yerindeki güneş ışığı yer değiştirmişti. Akrepsiz saatıma baktım, belki uyuma vakti gelmiştir diye geçirdim, içimden. Oysa uyanalı şurada ne olmuştu daha! Her şeyi yitirdiğimi anladım. Bu bir umutsuzluk değildi, çok iyi biliyorum. Alışkanlıklarımın yer değiştirme istenci idi. Az sonra güneş büsbütün çekilecekti belki, belki de odanın içi görülmedik bir aydınlığa boğulacaktı. Artık ikisi de birdi benim için. Çünkü aydınlık ve karanlık birdi. "Altın külçeyi bir daha görememek..." O benim her şeyimdi. Gerçekte ise uyanmak, bize dinlenelim diye verilmiştir. Yoksa düşlerin ağırlığı altında beyin çarçabuk tükenir. Ölüm uyumaksa, büyük bir işkence demektir. Cehennem uyumaktır.

Altın külçe olayı, sanıyorum, çocukluğumda geçmişti başımdan. Altın nedir? Altının ne olduğunu öğrenmek için çok okudum; okudukça kafam karıştı, işin içinden çıkamadım. Önce şunu diyeyim, sıradan bir maden değildir o, maden bile değildir. Onda doğa'nın bir gizi saklı sanıldı yüzyıllarca. (Oysa aklın bir gizi idi bu, doğada giz yoktur.) Tanrılar ona çok düşkündürler. Sarayları ve eşyaları altındandı. (Bunun nedenini çok sonra anladım), Poseidon'un deniz dibindeki sarayını görmediğim için bir şey söyleyemeyeceğim. Tanrıların en akıllısı Poseidon'du, Yalnızca denize inanmıştı. Yazık ki, bu olağanüstü bulgu, zenginlerin eline geçti. Oysa altın zenginleri sevmezdi, hiç sevmedi. Onun ne olduğunu anlatmağa yaklaştığım zaman şiirimi bitireceğim. Çünkü şiir sadece yaklaşabilir, sonra görünmez olur. Onun gözleri, bizim gözlerimize benzemez.

Tanrılara öykünen zenginler, altın tabaklarda yemek yemeği sevdiler. Altınla akıl, birbirlerini yerlerdi. Bunu anladıkları için tanrılar altın çağından demir çağına geçtiler. Bir zengine kızarlarsa, onun her tuttuğunu altın eylerlerdi. Böylece bu göz alıcı madeni, bir işkence aracı durumuna soktular. Yalnız altınla kalan insan çıldırıyordu. (Ah, başka bir akıl gerekliydi!) Bu ışın, yedi rengi yok ederek tüm dünyayı ateşe veriyordu. Şeyh Bedreddin'in, düşünde gördüğü cehennem, altından başka bir şey değildi. Gerçekte ise, düş ve altın bir hamurdan yapılmadır, insanoğlu, düşlerine egemen olabilseydi cehennem kalmayacaktı. Tanrıların altın tabaklarda yedikleri ambroisa ve altın kupalarda içtikleri nektar onları zehirledi, yok etti.

Altının atomsal ağırlığı 79'dur. (80 ölümdür onun için.) Tuhafı şu ki, doğada ilkel durumda bulunur. Bu bizim için büyük bir fırsattı, dünyayı yeniden kurabilirdik. Oysa altına maden olma eğilimini aşıladık. O da, gümüşün ve daha başka madenlerin yardımı ile zar zor sürdürdü yaşamını. Hep damarlar, küçük danecikler olarak bulunmaktan hoşnut değildi. Buna karşın Avustralya'da o da bir kez, 350 gram ağırlığında bir külçe altın bulundu. Biri düş görürken ölmüştü çünkü, düş dışarda kalmıştı. Gerçekte Avusturalya, dünyaya başka dünyalardan gelmiştir. Bu dünyada neyin bu dünyalı olduğu ise kesinkes söylenemez. Kuşlara bakın, konacak yeri çok ararlar. Rüzgârın bir tüneği olmaması da bundandır. Bizim konuğumuzun yanlışlığını gösterir bunlar. Her şeye baştan başlayacağız.


Melih Cevdet ANDAY










9 Kasım 2015 Pazartesi

Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup

Susmanın su kenarındayız bugün
ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-
korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey
korkuyoruz
sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-
ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
bir yokuştan bir yokuşa sürekli
- nereye?
- bilmem ki

Ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda
alkol sesleri
dağlarımızda, içdenizlerimizde
ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki
yerine saplanıyor bir sürahi
pencereler şaşkın
perdeler bir uzak yol kadar uzun
ve balkon
kendi dudaklarında şimdi
donmuş bir tavus kuşu
bir tavus kuşu yontusu belki
ne tuhaf
demin de aşağıdan bir bando geçti
sormak isterdim sana
bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey
bir bando şefinin uykusu
nasıl bir uykudur ki hilmi bey
ne kötü
elimde bir çiçekle yaz geçti.
ve bugün
çepçevre oturduk masanın başına gene
bezik oynadık hilmi bey -her gün oynuyoruz ya-
giysisiz, sadece kombinezonlarımızla -öyle işte-

Oda çok sıcaktı -lal renkli çini soba-
seniha korse takıyor, yahudi matmazel
nerdeyse çıplaktı -terliyor terliyor terliyor-
ve cemal bir köşeden bize bakıyordu
bakmıyor gibi bakıyordu
durmuyor gibi duruyordu da
benim anlamadığım işte bu
dün dudağını kesti çarşıda
kırmızı bir balıkla oynuyordu
öptü bir ara balığı -neden-
öperken dudağını kesti
balık da kırmızıydı, kan da
ve balık yüzerekten geçti -gördüm iyice-
dudaklarından
durdu cemal gibi biraz ötede
durmuyor gibi durdu
ağlamadı, hiçbir şey söylemedi
bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi
yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de
melekler dişi midir hilmi bey
dişidir diye tutturdu
yani ben..
öyleyse neyim
elimde bir yapma çiçekle.

Adım cemile ya, çok seviyorum adımı ben
çocukluğudur insanın adı
cemal şimdilik cemal’dir -evet, öyledir-
benimkisi bir anımsama -cemile-
cemal – cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi
ezilmiş iki vişne
ve akşam
akşam ki sallanacak hamağını buldu
buluyor
sular menekşelendi hilmi bey
karpuz lambanın altında
yorgunum biraz -bütün gün içtim-
hepimiz içtik
cemal odasından çıkmadı hiç
tangolar çaldık üstüste
eski tangolar -bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
ben pencereden bakarken
kimseler ölmemişti
ölüm diye bir şey yoktu ki hilmi bey
var mıydı?-
yüzümden bir şeyler aktı aktı
içim de menekşelendi hilmi bey
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor.
nedense odasına kapandıkça cemal
soyundukça soyunuyor yahudi matmazel
hırslı bir dişi gibi
ester, diyorum, ester
gülümsüyor hafifçe
bir başka gülümsemeyi karşılar gibi
öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi
hilmi bey
tam öyle
hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor
üç kişi kalıyoruz birden
yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz
parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında
içimde bir soğukluk
dışımda bir begonya.
karanlık iyice dışarısı
rakımızı bitirdik -üçümüz-
cemal odasından çıkmıyor
birazdan ester de gelecek
koltuğa çökecek, bir sigara yakacak
gene bir haç gibi olacağız dördümüz
bir evin içinde kocaman bir haç
kutsal değil, kirli
coşkulu değil, kırık dökük
sevinçle çekeceğiz onu kendimize.

Edip Cansever

6 Kasım 2015 Cuma

Yaz Yadırgaması


sanıyorum bu gelen hüzünlü bir yaz olacak

öyle ki bütün akşamları hüzünlü

dutları ve karpuzları kavruk

sevgilim, dutları ve karpuzları kavruk

güneyden gelen adamların bile terlediği


ellerimin solgunluğundan anlıyorum bunu

ve zayıflığından bir bakıma

örneğin bankalar karşısında ilgisiz

silâh önünde durgun

ateş tutsa irkilmiyor buna karşın

aldığı her yaprak bozarıyor parmaklarında

sana dokunduğundaki soğukluk da bundan

yankılanan sesleri bile duymuyor

deniz bir kavganın anısı ve geleceği olarak

gitgide mavileşiyor damarlarında

sevgilim işte öyle bozarıyor, al sana


doğrusu ben de yadırgarım böyle yazları

her şey sözgelişi yerli yerinde ve rüzgârın hükmü yok

bir adam kalkıp bir yerden bir yere gitse

kılı kıpırdamıyor bir ormanın

ve çalman bir otomobilin çalışkanlığı

kelebek camı kaputu kaportası

hüzün vermiyor kimseye şimdilik

ve senin dudaklarında biriken kuruluk sevgilim

bu yazdandır


Turgut Uyar

Son Mektup



"Yakında seksen iki yaşında olacaksın.

Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın.

Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum.'

Son zamanlarda sana bir kez daha aşık oldum ve sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden.

Geceleri bazen, boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardında yürüyen bir adamın karaltısını görüyorum. O adam benim.

Cenaze arabasının taşıdığı ise sen.

Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum.

"Die Welt ist leer, Ich will nicht leben mehr"i söyleyen Kathleen Ferrier 'in sesini duyuyor ve uyanıyorum.

Nefesine kulak veriyorum. Hafifçe seni okşuyorum.

İkimizin de dileği, diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktı.

Birbirimize sık sık söylediğimiz gibi, olmaz ya eğer ikinci bir hayatımız olsaydı o hayatıda birlikte geçirmek isterdik.


ANDRE GORZ

17 Ekim 2015 Cumartesi

Biraz daha


Kullanmam ucuz özgürlüğü sana sığınırım
Azarladığım bir dünyayı suya bırakıp
Günlük dövüşü en uygun yerinde keserek
Ve kan biraz daha akar durur, akmalıdır
Bir çaresizlik sanırım, öfkem büyür uğunurum
Oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır
Ve kuytulardan, unutulmaktan tek tek
Ölülerimiz toplanacaktır.

Senin yıldızların güneşlere dönüşür
En karışık en bozgun bir öğle uykusunda bile
Ve sonsuz sevinç taşıyan bir çığlıktır
Bir suyun bir başka suya karışması
Kanları çökelirken bir soylu tabaka
Bir bahar anlatıcısının
Bir mutluluk dülgerinin
-Gecelerde ve yalnızlıklarında hepsi üşür-
Ölülerimiz toplanacaktır.

Ne kadar hüzün geçmişse dünyadan
Ne kadar acı geçmişsse yaşayacağız
Hepsini yeniden, bir bir dünyada
Dünyadan ve dünyayla sana sığınırım
Acılardan ve hüzünlerden değil
Kaçmalardan ve korkulardan değil
Çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarıma
Çünkü kanları, kanları, kanları hatırlarım
Çünkü ölülerimiz toplanacaktır
Ve yüceltilecektir bir mavide.

Haberlere yorumlara ve büyük tirajlara
Asalak otlara karşı, türeyip giden
Bir sun'i ilkahla üreyip giden
Bir soya, bir sanrıya karşı
Kuşanıp kahramanca tek silahını, kanını
Diri bir su gibi gidenleri hatırlarım
Odalarda ve güzel bir dünyada
Sararken bir başına eski güneş
Yıldızımız uzak bir iklimde
Bir tüfek olacaktır. Bir tüfek
Ölülerimiz toplanacaktır.

Ve bizim bir haziranımız
Bir yıl kadar yetecektir dünyaya
Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen
Bir olgu olmayacaktır sana
Ölülerimiz toplanacaktır
Doldurulan bir kıyı gibi.

Anılacaktır bir general pantolonundan
Nasıl sezgiler ve gerekçeler çıkardığımız
Nasıl kırgın ve nasıl umutlu olduğumuz
Bir şenliğin başlangıcından ve sonundan
sığınmamız da anılacaktır.

Ölülerimiz toplanacaktır
Kenar köşe kasaba hanlarından
Deniz en güzel aşkken ayışığına
Küçük ve karanlık odalarda öldürülenler
Direnerek ve akarak ölenler
Yüceltilecektir
Anılacaktır ölümleri

Bir şehir akşamında herkes kaçışırken
Ormanlar bir çözülmeye bozulurken
Karanlığa kanıyla karşı duran
Kanıyla ışıtan, yalazlayan karanlığı
Yalnız ve dayanıklı gecelerinde üşüyen
Ölülerimiz toplanacaktır.

Biraz daha kan, kan ve suyun akışı
Ey suyun güvenli akışı
Sana bir yamaç gerekmez mi
Ki sonun özlemine hızlı varsın
Ki sen varsın, akıtılmış kanlarla varsın
Ve kan ve akışın o soylu tabakta
Ormansız bir halka sunulacaktır
Bir orman olarak
Ona sığınılacaktır.

Sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca
Sana sığınıyorum kırılıp toplanınca
Değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların
Ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
Ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
Sana sığınılacaktır
Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
Akıtılan ve akıp gelen kanlarda
Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.

Turgut Uyar

13 Ekim 2015 Salı

Beyaz Atlar Surlara


Benim yüzümde her şeyler var

Üç dilim ekmek bunlardan biri

Annem bir taşa oturmuş bunlardan biri

Sur dışlarında hafif bir eskici olur

Olur ya, bir kendi olur biraz da elleri

İnsan yalnız mı buna bir çare düşünmeli.




Dün biraz ağlamıştım bunlardan biridir şimdi

Çok gülünç bir şekilde kahveye giriyorum

Sorsam ya kapıdayken gözyaşı girilir mi

Girilmez, girilmez, bunu her mahmut biraz anlatır

Korkuyla anlatır, yüzünü baygın tutar anlatır

Kahveci, seni sevmiyorum bunlardan biri.




Bir deniz yandı gene, yansın ne çıkar sanki

İşte horoz öttü yüzümün yarısında

Yüzümde bir horoz var dünyanın biri

Seni sevmek neden mi, acı ve güzel

Geldikçe geliyorlar ellerinin elleri

Odalar! çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli.




Bu da bir şarap olmalı şimdi boşluğu dolduracak

İçince bir korsan ağzıyla içmeli

Eskidir, yorgundur, kayıptır diye yüzler

Bir sinek bir sinek mi vurunca öldürmeli

Ve sinek oldu muydu hafif bir uzaklık olur

Olur ya, hem biraz dargındır hem biraz evli

İnsan sevdi miydi buna bir çare düşünmeli.



Edip Cansever

10 Ekim 2015 Cumartesi

Güneş


Ah aydınlıklardan uzaktayım 
Kafamda o dağılmayan sükûn. 
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım 
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun. 

Yarasalar duyurmada bana 
Kanatlarının ihtizazını. 
Şimdi hep korkular benden yana 
Bekliyor sular, açmış ağzını. 

Ah aydınlıklardan uzaktayım 
Kafamda dağılmayan sükûn. 
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım 
Dinle bak vurmada nabzı ruhun. 

Siyah ufukların arkasında 
Seslerle çiçeklenmede bahar 
Ve muhayyilemin havasında 
En güzel zamanın renkleri var. 

Ölmedim hâlâ.. yaşamaktayım. 
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun! 
Ah aydınlıklardan uzaktayım 
Kafamda o dağılmayan sükûn. 

Ruhum ölüm rüzgarlarına eş, 
Işık yok gecemde, gündüzümde. 
Gözlerim görmüyor... lâkin güneş 
O her zaman, her zaman yüzümde. 

Orhan Veli KANIK

4 Ekim 2015 Pazar

Gökanlam III


Sen buzul mavi, sen kaç yılın aynalı dolapları
Kırılan bardakları elbiselerin ve çocukları
Lekesiz gözleriyle ne kadar maviyse o kadar hiç konuşmadıkları
Sen buzul, sen devamlı, sen...
Yaklaş bana, kimse hiçbir yere dokunmasın
Bana sessizlik et, düğümle saçlarımı
Çözülsün bu kartopları, gece yanan fırınlar, içimin sayıları
Akıt kanımı biraz, kimse hiçbir şey söylemesin
Kimse artık hiçbir şey söylemesin
Bana yalnızlık et, birleştir yalnızları
Sen buzul, sen devamlı, sen…
Sen kaç yılın aynalı dolapları 

Kim bilir neydi biraz bir yüzü dünyadan çıkardıkları
Bir şeyi hiç sevmedikleri, sevince tekrarladıkları
Yani bir yaşam gibi yaşattıkları ölümü, korunamadıkları
Dökül artık, çözül artık ve akıt bütün kanları
Büyüt en büyük şeyi
Bize yalnızlık et, birleştir yalnızları
Yeni bir kan ol, getir en yeni anlamları
Bomboşuz, korkuyoruz da.. bunu anlatmak için şehirde 
bayram vardı
Öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, cansıkıntıları
Bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın
Artık hiçbir şey anlatılmasın
Denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı.
Sen kaldın, bir de sen ey buzul mavi
Bizi bul, bizi yarat, bize güzellik et şimdi
Bomboşuz, korkuyoruz da.. ve kemikleri bunlar gökyüzünün
Altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün. 


Edip Cansever

20 Eylül 2015 Pazar

Büyük Kavrulmuş


Büyük, kavrulmuş soy kırlar gelir aklıma hep, hep
tükenince insan dayanıklığım

Ağır bakır kalkanlarımızla, demir kargılarımızla döğüşüp
döğüşüp geri çekilince

Yorgun kollarımın en genç bir yerlerinde bir kan şeritleri
akmaya ince ince

Başlar yeni sulara kadar, hızla zamana, körlüğe, kötülüğe kutsal
tutsaklığım

Nedir senden başka kurtardığımız bu dengesiz savaştan, bu
yağmadan nedir

Senden gayrı, ey, bir içimi genç ormanları yüzyıllığa büyüten
diri su, senden

Eskimeden, küçülmeden; mutluluktan, özgürlükten, kuşakları
birbirine düğümleyen

Bir kadını, bir sesi, bir suçu, bir şeyi en çok o şey yapan güç
yalnız şendedir

Seni arayan sular, seni kışlar, seni adamlar, seni sonunda
bozulmuş ordularım

Sanki ay dökülür diri balıklara, sanki gümüş şeyleri güneşler
güneşler ışıtır

Yorgun kuşamlarımla, kanlarımla, gelirim, uzanır senin sabahlı
gecene yatarım

Bu donattığım savaş gemileri sana, dokuttuğum bu vurucu
ipekliler seni anlatır

Bu senin içindir, sabah ormanlarına, dağlara, balıklı göllere
açılan balkonlarım

Sen olmasan, yeryüzünde bu ağaçları, suları, bu büyük
kayaları bekletecek ne vardır

Turgut Uyar

15 Eylül 2015 Salı

Bir Misafirliğe



Bir misafirliğe gitsem 

Bana temiz bir yatak yapsalar 

Her şeyi, adımı bile unutup 

Uyusam 



Kalktığımda yatağım hala lavanta koksa 

Kekikli zeytinli bi kahvaltı hazırlasalar 

Nerde olduğumu hatırlamasam 

Hatta adımı bile unutsam 


Melih Cevdet Anday

5 Eylül 2015 Cumartesi

Kar Yangını


Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış?
Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen?
Bir uzun çan kulesi bembeyaz Samatya'da
Bir oğlan bir martıyla upuzun seviştiğinden

Yaslı bir kadın gibi gözleri kendine bakan,
Kendine baktıkça da çocukları olan hüzünden.
Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış,
Çıkarlar kar yangını her biri duyduğu yerden,
Yüzleri, saçlarıyla, bir de gözbebekleri,
Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden,
Birtakım dünyalarla önce ve güzel
Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden?
O yanık ikindiler, sonrasız loş gecelerden,
Üstlerinde bir sürü çocuk gözleri.
Tutuşurlar ne zaman karların ateşinden
Bir ölüm kadar şaştığımız onlar ve kendileri
Yani bu dünyanın en yılgın havarileri
Orada çan kulesi bembeyaz öldüğünden... 

Edip Cansever

Çürümenin Kitabı


...

ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI

Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hala; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır ... boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...

Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kafidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekan buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açıkgörülşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkiin veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergahın başlangıcıdır sadece... Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak. Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.

(Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkamaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.

Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?
Sıkıntı, o devasız nekahet...

Emil M. Cioran

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Ivan Karamazov

...

Rahip Alyoşa : Dimitri sana babamızı öldürmek istediğini söyledi mi?

Ivan Karamazov : Bir keresinde, ani bir öfkeyle onu öldürebileceğini söylemişti.

Rahip Alyoşa : Tanrı korusun.

Ivan Karamazov : Neden? Bir iblis, diğerini yok edecek ve her ikisi de bunu hak ediyor.

Rahip Alyoşa : Ivan, çok mutsuz olmalısın.

Ivan Karamazov : Çocukları seviyor musun, Alyoşa?

Rahip Alyoşa : Evet.

Ivan Karamazov : Peki hiç fark ettin mi, ne çok insan çocuklara eziyet etmeyi seviyor? Sana bir anne 
ve babadan bahsedeyim. Yüksek bir mevkide, saygıdeğer, eğitimli insanlar. Ve beş yaşındaki kızlarından nefret etmeye başlıyorlar. Onu dövüyor, tekmeliyor, kamçılıyorlar ve bunu neden yaptıklarını bilmiyorlar. Başı ayakları yara bere içinde. Gittikçe daha mükemmelleşiyorlar. Gitmesi gerektiğinde bunu söylemiyor diye… Çocuğu tuvalete kitliyorlar. Tüm yüzüne pislik sürüyor ve onu, kendi pisliğini yemeye zorluyorlar. Ve çocuğa öldürene kadar bu işkenceye devam ediyorlar. Ve ben şimdi soruyorum: Bu şuursuz şiddete neden izin veriliyor?

Çünkü başka türlü, insan iyiliğin ve kötülüğün farkına kavrayamazmış, öyle mi?

Haydi diyelim yetişkinler acı çekebilir, ama Tanrı aşkına çocuklar niye?

Peder Alyoşa : Neden bana soruyorsun?

Ivan Karamazov : Çünkü yaşadığımız dünyayı ben anlayamıyorum. Istıraplar var ama bu kimsenin suçu değil, çünkü hepsi bağışlanacak. Ama çocuklar neden acı çekmek zorunda? Biliyorum ki, Mahşer günü, dünyadaki ve cenetteki herkes birleşecek ve bağıracak: “Sen haklısın, Tanrım!” Ve o küçük kız, kirli yüzünü yıkayacak onu öldüren ailesini affedecek.

Ama ben bunu istemiyorum. Onları affetmemeli. Bu yüzden; Tanrı'nın cennetini reddediyorum.

Tanrı'yı tanımayış nedenim bu Alyoşa… Ona giriş biletini geri vermekten çok mutlu olurdum.

Peder Alyoşa : Fakat Ivan, böyle yaşayamazsın. Öyle bir güç var ki her şeye dayanabilir.

Ivan Karamazov : Neymiş o güç?

Peder Alyoşa : Karamazov'ların alçalma gücü. Her şey hoş görülebilir mi?

Ivan Karamazov : Öyle ve olmaya da devam edecek. Bunu asla reddetmeyeceğim. Ama sen beni bu yüzden reddedeceksin.

...

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka



Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar

Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Hiçbir şey ! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında

Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla

Dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık

Menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara

Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur

Her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir

Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla

Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor

avuçlarım”

Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma

Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına

Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık

Nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan

olmalarıyla-

Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin

Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin

Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park

bekçisinin

Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi

sallanaraktan


Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda

aranan

Korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında

Korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe

ışıklarında

Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan

olmalarıyla

Korkunçtur korkunç!

Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum

ayrıca

Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi

Tüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini

Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla

Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz

inceliği

Ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi

Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi

Bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar

Birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır

gibi

Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya

Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.

Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız

Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına

Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında

Okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda

Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun

butlarında

Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız

Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan

olmalarımla


Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada

Anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma

Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar

Rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar

Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru

Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar

Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler

Zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar

Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar

Ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa

vurmalar

Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün

Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu

konuda

Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın

sonsuzunda

Bu kadarcık bir şey-İyi ya, peki, şimdi kim var sırada

Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza

Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla

Ne güzel ellerimizle.. Başlayın, hadi başlasanıza

Örneğin bir kahve falı ? Az müzik ? Diyorum biraz İskambil!..

Ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım

ayrıca

– Dört kişiyiz!

– Hayır on!.

– Bin kişiyiz!

– Bana kalırsa..

Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında

Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu bire bir

unutulmaya

Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz ? Ne tuhaf biraz

anlıyorum


– Üç karo!

– Pas diyorum!

– Susalım baylar, dört kupa!

Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz ? Susalım!

Susalım-Niye susalım-Anılar mı dediniz ? Ne sesli bir

vuruşma!

Ya sonra ? Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra

Gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada

Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza

Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla

Ne güzel ağzımızla.. Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada

olmayı istiyorum-Sahi mi- ama isterseniz siz olun

Siz olun, biz olalım kim olacak ? -Hep böyle oyalansanıza

Yani “Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.”

Gibi oyalansanıza

Biraz oyalansanıza.


Bir oyun başka olamaz oyundan gibi

Bir söz başka olamaz sözden gibi

Bir şey başka olamaz şeyden gibi

Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar

Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum

Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda


Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız

Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere

Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda

Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta

Ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha

Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu

hiç bilmiyoruz

Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla

Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı

Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha

Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz

Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda

Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız

Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız

Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız

Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla

Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da

Demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda

Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz

bilmiyoruz ya

Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.



Edip Cansever

14 Ağustos 2015 Cuma

Kavşakta


artık gelince biliyorum, önceleri korkardım
şöyle ufak bir şey, sudan kaçmışayışığı
otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı
önceleri açılıp gider sanırdım herşeyi
her şeyi açılıp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa
menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa
şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya
örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum
tamam.

oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim
sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de
niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile
romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane
turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri
eskiden büyük adamlar geçmiştopuz gibiymiş her biri
(o koku)
hangi budala söylüyor artık bu sözleri
el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım
ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne beriyi
daha demin uyanmıştım, az önce, baktım
vakit akşam.

hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar
hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım
geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam
ben geldim gittim işe yaramayanşeyler topladım
kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan
dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman
bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım
ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım
kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle
derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey
anlatamam.

ilaç milaç bok püsür.
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.


Turgut UYAR

13 Ağustos 2015 Perşembe

Gelmiş Bulundum


Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever