26 Haziran 2015 Cuma

Raziye




"Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...

Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu
sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım,
zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün
dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuverecegini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını
aşar."


Melih Cevdet ANDAY

24 Haziran 2015 Çarşamba

Atları Seven Bir Çocuk



bir güneşlenmek yeri!... deniz. uzak anımsamalar!..

“haziran bu yıl da geç geçecek, biliyorum.”

sizin burnunuzda bir tütün kokusu, her yerinizde

bir tütün kokusu,

bay deniz kestanesi.

ve uzaktaki şemsiyesi bir balmumu arısının...



bir güneşlenmek yeri!...

gazozlar hâlâ sıcak, hâlâ öğleden sonra “ne iyi”

demek hâlâ yakınmaya hakkım var.

kelimeler soluk. bir şey mi yapmalıyım?

-evden mi kaçmalıyım?-

(saçlarını taradı, güneşe baktı

kendi sürecini yaşayan bir bakla)

“gel al güzel deniz aygırı, yaman pegasus

sonsuz kargaşamı.”



atları seven bir çocuk...

“senin resmin var ya uzayıp gidiyor duvarlarımda

marionetshire'da harlech castle'ın batı kulesi

aşağılık zapartasıyla amcamın.”

bir sülüğe can çekiştiren eski geçmiş, eski eski

ve tuzda ölüm,

sardunyayı sulayan, eski eski...

bakırla demirin dövüştürüldüğü yavaş bir akşam

öbür şeylerin ve kırmızı ışıkların

bakırla demirin bir sarışın perçem akşamı.

-evden mi kaçmalıyım? kaçmamalıyım.-

güneş birden batardı, her yerde kediler ve ağaçlar vardı



“amca”

nasıldı iki tekerlekli arabalar...

“senin bildiğin bir şey var, bana demiyorsun

söz gelişi aldım bir kayayı

bir kayayı ne yapmalıyım, demiyorsun...

oysa ben senden daha çok şey bilirim büyücüler üstüne

evine sadece geceleri gelen ve sıcak şaraplar içen...”



surları yıktınız mı, akşam

sarı bir başlangıçtır, gitgide karaya dönen.

karaya ve çocuklar bile, ve küçük yaramazlıklar bile, ve haklı

“siz bize hiç inanmadınız ki, hiç inanmadınız ki, hiç

oysa bir aktır karaya dönen, oysa çocuklar daha lirique'tir

shakespeare'den. sonra,

makedonya falanjistlerinden daha kahraman...”



beyaz atın gölgesi, sen dur!...

artık bir aldanışa kanmayan gözlerimden. dur!...

“duvarlarım,

gel al cepkenimi güzel at, duvarlarım bütün senin olsun

duvarlarım, bütün ukalâ resimleriyle, babamın sıkıştırdığı,

babamla annemin kavgalarından bir ufak kırmızı,

ufak bir kırmızı, duvarda, ufak bir kırmızı

ufak bir kırmızı...”

yemeğe!...

-evden mi kaçmalıyım? kaçmamalıyım.-



“hiç anlamadığım mondrian, serzenişçi matisse

bulanık siyahkalem, hergele miro,

atlar gidiyor...”

sonsuz bilincinde yaşamanın.

o atlar.

“sonra gazeteleri görüyorum, bütün gizleri

savaşa başlamak gerek galiba.

yarın. yarından tezi yok. baltamı ve bıçağımı

ve atlarımı...”



“amcam kravatını düzeltti, babam eski bir evde.

bir yepyeni kıştı ıslıkları değerlendiren

ne eğlendik ne eğlendik

elbisesi çok eskiydi...”



ne akşamı? “baba”

haziran gecikecek biliyorum...

“ama başka bir şeyi de değiştiriyor,

atları atları,


atları....”


Turgut UYAR

16 Haziran 2015 Salı

Bernard-Marie Koltes - Roberto Zucco



VI- METRO SAHNESİ

Yaşlı bir beyefendi ve Zucco, ortasında Zucco’nun isimsiz bir fotoğrafı olan,“ Aranıyor” yazılı bir afişin altında, kapanış saat geçmiş bir metro istasyonunun bankında yanyana oturuyorlardır. 

BEYEFENDİ: Ben yaşlı bir adamım ve olması gereken zamanda orada olamadım. Tam son metroyu yakaladım diye seviniyordum ki, bu koridor ve merdiven labirentinin bir kavşağında, o kadar sıklıkla kullandığım, kendi mutfağım kadar iyi bildiğimi düşündüğüm istasyonumun yerini hatırlayamadım. Bu arada, her gün geçtiğim durağımın, o ışıltılı güzergahın ardında saklandığını görmezden geliyordum; o dünyanın karanlık tünellerini, bilmediğim yönlerini hep görmezden gelmeyi tercih ettim, ta ki bir anlık dikkatsizliğim, her şeyi gözüme sokana kadar. Sonra birden ışıklar söndü ve sadece, meğer hep orada olan ve benim görmezden geldiğim fener benzeri beyaz ışıkların aydınlığı kaldı. Ben de, dümdüz yürüdüm madem, bilinmeyen bir dünyaya, olabildiğince hızlı; benim gibi yaşlı bir adam ne kadar hızlı olabilirse işte... Bitmek bilmeyen yürüyen merdivenlerin sonuna geldiğimde, tam bir çıkış bulduğumu sanmıştım ki, pat, karşımda kocaman, geçilmez yazılı parmaklıklar çıktı. Al işte, şimdi buradayım, benim yaşımda bir adama göre epey fantazili bir durum, dikkatsizliğimin ve adımlarımın ağırlığının cezasını çekiyorum, ne olduğunu çok da bilmediğim ve de bilmek istemediğim bir şeyi bekliyorum, ki hiç kuşkusuz benim yaşımdakiler için herhangi bir yeniliğin hazmı zor olacaktır. Hiç şüphesiz sabah vaktini... Mutfağım kadar müstesna olduğum fakat şu an beni korkutan bu istasyonda, sabah vaktini bekliyorum. Hiç şüphesiz, normal lambaların yanmasını ve ilk metronun geçmesini beklemekteyim. Fakat epey endişeliyim çünkü böylesi çılgın bir maceradan ardından, bir sonraki günün ışıklarının tekrar nasıl göreceğimi hiç bilmiyorum, bu istasyon artık gözüme başka görünecektir, bugüne kadar varolmadığını düşündüğüm şu küçük beyaz fenerleri artık görmezden gelmem mümkün değil; üstelik sabahlama meselesi... Bunun yaşamı neye dönüştüreceğini bilmiyorum, daha önce hiç yapmadım, her şey yerinden oynuyor olsa gerek, vaktiyle olduğu gibi gündüzler geceleri takip etmeyecektir. Bütün bu konularla ilgili çok endişeliyim. Ama siz, delikanlı, bacakları çevik görünen, açık dimağlı, evet, gördüğüm kadarıyla bakışları net, benim gibi yaşlı bir adamınkine benzer bulanık ve sersemlemiş değil, sizin bu kapalı parmaklıklar ardında, bu koridorlarda kendinizi kapana kısıtırdığınıza müsade ettiğinize inanmak mümkün değil; hayır, sizin gibi açık dimağlı bir genç, parmaklıklar kapalı bile olsa, aralarından, süzgeçten sızan bir su damlası gibi geçebilirdi. Burada gececi mi çalışıyorsunuz? Bana kendinizden bahsedin, bu beni biraz rahatlatacaktır. 

ZUCCO: Ben normal ve makul bir oğlanım beyefendi. Kendimi asla farkettirmem. Sizin yanınızda oturmasaydım beni farkeder miydiniz? Sorunsuz bir yaşamı elde etmenin en iyi yolunun, bir cam kadar şeffaf olmakta yattığını düşünmüşümdür hep, taşın üstündeki, renksiz kokusuz bir bukalemun gibi, duvarlardan geçip gitmek... Öyle ki insanlar size bakarken, sizin içinizden geçip arkanızdaki insanları görmeli, sanki siz orada değilmişsiniz gibi... Şeffaf olmak zahmetli bir görevdir; bir meslektir; o eski, çok eski, görünmez olma rüyasıdır. Ben bir kahraman değilim. Kahramanlar suçlulardır. Bir tane kahraman yoktur ki üstü başı kan içinde olmasın ve kan, bu dünyada gözmeden gelinemeyecek tek şeydir. Dünyanın en görünür şeyidir. Her şey yıkıldığında, dünyanın sonu gelip yeryüzü tozla kaplandığında, mutlaka kahramanların kana bulanmış üst-başları orada olacaktır. Ben okula gittim, iyi bir öğrenciydim. iyi bir öğrenci olmaya alıştıysan geriye dönüşün yoktur. Üniversiteye yazıldım. Sorbonne’un sıraları  arasında yerim belliydi, diğer iyi öğrencilerin arasında, kendimi farkettirmeyeciğim bir yerlerde bir sıra...Sorbonne’lu olabilmek için, iyi bir öğrenci, ölçülü ve görünmez biri olmak gerektiğine emin olabilirsiniz. Serserilerin kendilerini kahraman sandığı o banliyö üniversitelerine benzemez burası. Benim üniversitemin koridorları sessizdir ve içlerinden ayak seslerini bile duymadığınız gölgeler geçer. Yarından itibaren dilbilim dersime gireceğim. Yarın dilbilim dersi var. Görünmezlerin arasında görünmez, sıradan hayatın yoğun sisi arasında dikkatli ve sessiz olacağım. Hiçbir şey, şeylerin akışını değiştiremez, beyefendi. Çayırları geçen bir tren gibiyim ve kimse beni rayımdan çıkaramaz. Çamura gömülmüş ağır ağır ilerleyen bir hipopotam gibiyim ve hiçbir şey onu, gitmeye karar verdiği o yoldan ve tempodan geri döndüremez. 

BEYEFENDİ: Her zaman raydan çıkılabilir, delikanlı, evet, artık biliyorum ki, herhangi biri, herhangi bir zamanda o treni rayından çıkarabilir. Ben yaşlı bir adamım, ben ki dünyayı ve hayatı mutfağım kadar iyi tanıdığımı zannederdim, pat, al işte dünyanın dışında bir yerde, saati saat olmayan bu vakitte, yabancı bir ışığın altındayım, daha da fenası, normal ışıklar yandığında ve ilk metro geçtiğinde ve de her zaman olduğu gibi bu istasyon her günki yolcuları tarafından kuşatıldığında, ne olacak endişesi içindeyim; ve benim, ilk sabahlamam sonrasında, eninde sonunda buradan çıkmam, nihayet açılmış olan parmaklıkları geçmem, gecesini görmediğim gündüzü görmem gerekecek. Ve şu an neler olacağını hiç bilmiyorum, dünyayı ne şekilde göreceğim ve dünya beni ne şekilde görecek yada görmeyecek? Zira, artık gündüz nedir gece nedir bilemem, ne yapacağımı bilemem; saatin ne olduğu arayışı içerisinde mutfağıma döneceğim ve bütün bunlar beni epey korkutuyor delikanlı. 

ZUCCO: Haksız da sayılmazsınız sonuçta.  

BEYEFENDİ: Çok hafif kekeliyorsunuz; çok sevdim bunu. Beni rahatlatıyor. Burayı gürültü kapladığında bana yardım edin. Bana yardım edin, benim gibi kaybolmuş yaşlı bir adama çıkışa kadar eşlik edin; hatta belki biraz daha ilerisine kadar. İstasyonun ışıkları yanar. Zucco ihtiyar beyefendinin kalkmasına yardım eder ve ona eşlik eder. İlk metro geçer.

15 Haziran 2015 Pazartesi

Solaris - Stanislaw Lem




"Söyle bana, Tanrı'ya inanır mısın?"

Snow kaygı dolu bir bakış attı bana:
"Ne? Şimdilerde inanan biri varsa artık..."

"Yo, o kadar basit değil. Dünya'daki dinin geleneksel Tanrı'sını amaçlamıyorum ben. Dinler tarihinde uzman değilim, belki düşündüğüm yeni de değil ama - duyduğun oldu mu insanların hiç ... yetkin olmayan bir tanrıya inandıklarını?"

"Yetkin olmayanla neyi kastediyorsun?" diye kaşlarını çattı. "Bir bakıma eski dinlerin tanrılarının hiçbiri tam yetkin değildi, çünkü özniteliklerinin tümü insan özelliklerinin ululaştırılmış biçimiydi. Tevrat'ın Tanrısı, insanlardan alçalırcasına bir boyun eğiş ister, kurbanlar beklerdi örneğin ve başka tanrıları da kıskanırdı. Yunan tanrıları da küskünlük nöbetleri geçirir, aile kavgalarına tutuşurlardı, hiçbiri insanlardan daha yetkin değildi..."

"Yo." diye sözünü kestim. "Yetkin olmayışı onu yaratan insanların doğru sözlülüğünden gelen bir tanrıdan söz etmiyorum, yetkin olmayışı özsel niteliği olan bir tanrıdan söz ediyorum: Her şeyi bilme yetkisi ve erki sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yaratan bir tanrı... Hasta bir tanrı, tutkuları güçlerini aşan ve bunu da hemen sezemeyen bir tanrı. Saatleri yaratan, ama saatierin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir tanrı. Öyle bir tanrı ki özel amaçlara yarayan dizgeleri, düzenekleri yaratmış, ama bu araçlar sonradan amaçlarını aşmış, amaçlarına ihanet etmiş. O öyle bir tanrı ki öncesizliği sonsuzluğu yaratmış, onunla kendi gücünü ölçmeyi ummuş, ama öncesizlik sonsuzluk şimdi onun sonu gelmez bozgununun ölçüsü olmuş."

Snow duraksadı, ama davranışında son haftaların o hep tetikte duran sakınganlığı yoktu artık:

"Mani dini vardı..."

"İyi ve Kötü ilkesiyle de ilgisi yok." diye kestim hemen. "Sözünü ettiğim tanrının, maddenin dışında bir varoluşu yok. Kendini maddeden kurtarmak istiyor ama boşuna..."

Snow bir süre düşündü:

"Senin betimlemene uygun bir din bilmiyorum. Böyle bir din hiç... Gerekmemiştir herhalde. Doğru anlıyorsam eğer, ki korkarım anlıyorum, evrimleşen bir tanrı senin düşündüğün, zamanın akışı içinde gelişen, büyüyen, gücü durmadan artan, ama yine ele güçsüzlüğünün ayrımında olan bir tanrı. Senin tanrın için tanrılık, bir ereksizlik durumu gerçekte. Bunun için de karamsarlığa gömülüyor. Ama o karamsar tanrı sizin şu insanoğlunuz değil mi, Kelvin? İnsandan söz ediyorsun sen, bir yanıltmaca bu, üstelik yalnız felsefi bakımdan değil gizemci açıdan da bir yanıltmaca."

Sözü ben aldım:

"Yo, insanla da ilgisi yok. Yaptığım geçici tanımla insan bazı bakımlardan çakışıyor ama tanımın pek çok açık noktası olmasından bu. Görünenin tersine insan yaratmaz tanrıları. Dönem ya da çağ dayatır tanrıları insanlara. İnsan çağına ister kulluk etsin ister başkaldırsın, katkısının da başkaldırısının da ereği ona dışardan verilir. Yalnız tek bir insan var olsaydı, eksiksiz bir özgürlük içinele kendi ereklerini kendi başına yaratma deneyine girişebiiirdi sanırsın ama, bu da yalnızca görüntü, çünkü başka insanlar arasında yetişmemiş biri de insan olamaz. Benim sözünü ettiğim varlıksa ancak tekil var olabilir, anlıyor musun?"

Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları


1

Senin adını 

kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım. 
Malum ya, bulunduğum yerde 
ne sapı sedefli bir çakı var, 
(bizlere âlâtı-katıa verilmez), 
            ne de başı bulutlarda bir çınar. 
Belki avluda bir ağaç bulunur ama 
gökyüzünü başımın üstünde görmek 
                                                   bana yasak... 
Burası benden başka kaç insanın evidir? 
Bilmiyorum. 
Ben bir başıma onlardan uzağım, 
hep birlikte onlar benden uzak. 
Bana kendimden başkasıyla konuşmak 
                                                                yasak. 
Ben de kendi kendimle konuşuyorum. 
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi 
                                            şarkı söylüyorum karıcığım. 
Hem, ne dersin, 
o berbat, ayarsız sesim 
                      öyle bir dokunuyor ki içime 
                                                      yüreğim parçalanıyor. 
Ve tıpkı o eski 
        acıklı hikâyelerdeki 
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek, 
mavi gözleri ıslak 
kırmızı, küçücük burnunu çekerek 
                senin bağrına sokulmak istiyor. 
Yüzümü kızartmıyor benim 
              onun bu an 
                              böyle zayıf 
                                       böyle hodbin 
                                                 böyle sadece insan 
                                                                                oluşu.


Belki bu hâlin 

fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır. 
Belki de sebep buna 
                     bana aylardır 
                     kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan 
                                                                bu demirli pencere 
                                                                     bu toprak testi 
                                                                          bu dört duvardır...


Saat beş, karıcığım. 

Dışarda susuzluğu 
                               acayip fısıltısı 
                                            toprak damı 
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran 
                                                         bir sakat ve sıska atıyla, 
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı 
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla 
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.


Bugün de apansız gece olacaktır. 

Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın. 
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan 
                                                                 bu ümitsiz tabiatın 
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır. 
Yine o malum sonuna erdik demektir işin, 
yani bugün de mükellef bir daüssıla için 
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam. 
Ben, 
ben içerdeki adam 
yine mutad hünerimi göstereceğim 
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla 
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla 
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı 
seni böyle uzak, 
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi 
                                                                kafamın içinde duymak... 


2

Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar. 

Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire 
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire... 
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar, 
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar... 
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet, 
                                              suyu donmayan testi 
ve sabahları çimentonun üstünde güneş... 
Güneş, 
artık o her gün öğle vaktine kadar, 
bana yakın, benden uzak, 
sönerek, ışıldayarak 
                               yürür... 
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara, 
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı : 
                                                     dışarda akşam olur, 
                                                     bulutsuz bir bahar akşamı... 
İşte içerde baharın en kötü saatı budur asıl. 
Velhasıl 
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle 
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı 
                                                              hürriyet denen ifrit... 
Bu bittecrübe sabit, karıcığım, 
                                         bittecrübe sabit...

3

Bugün pazar. 

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. 
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak 
                                                  bu kadar mavi 
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak 
                                                  kımıldanmadan durdum. 
Sonra saygıyla toprağa oturdum, 
dayadım sırtımı duvara. 
Bu anda ne düşmek dalgalara, 
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. 
Toprak, güneş ve ben... 
Bahtiyarım...

                                                                
Nazım Hikmet RAN - 1938

Hızla Gelişecek Kalbimiz



hızla gelişecek kalbimiz
kalbimiz hızla.
sürgünlerin umutsuzluğunda
kırık kalpler, yaralılar, onulmazlar
farksız çarpanların umutsuzluğunda
ve köprü başlarının umutsuzluğunda
ve köprü başlarının umudunda.
sular bitse bile, çiçekler atılırken oralara
temiz bir ilişkinin bulutsuzluğunda
ve eski dağlarda, eski dağlarda kış
kovalarken ülkesini
hızla gelişecek kalbimiz.
kendi öz hüznümüzün öz tarlasında
bozkır dayanıklılığımızın tarlasında
kalbimiz
ellerimiz ayaklarımız arasında
ve kimsenin bölemediği şarkiyi
güllerin, buğdayların ve acının şarkisini
bir haziran uygulayacak sesimize.
sutçunun sesiyle birlikte
erdenci isçilerin sesiyle birlikte
şoförün sesiyle birlikte
sabaha başlamış sarhoşların sesiyle birlikte
yaman sarhoşların sesiyle birlikte
ve yeni uyanışların ve yeni doğmuşların
ve herkesin ve herkesin
sesleriyle birlikte
bir haziran uygulayacak
kimse bölemeyecek ve kalbimiz
hızla gelişecek.

yıkıntılara karısan eski bir bahar
büyük olmaya elverişli bir bahar
eskiden yaşanılmış ve her şeye rağmen
insanlara göre bir bahar
suların kana kestiği yahut
suların kana kestiği bir bahar.
hızla gelişecek kalbimiz
bir mavilik kalıbında
bir odada, en olagel bir odada
en sade, en insanca bir odada
bir kadınla bir erkeğin olduğu bir odada
bir kadın bir erkeğin
bir kadınla bir erkek olduğu
ellerin ve omuz baslarının
birbirini bulduğu.
birden gerçekliğini algılayarak
saat çalınca ve görünce güneşi
birden vazgeçilmezliğini algılayarak
önemli ve gerekli buluşunu kendini
birden hatırlayarak
geleceğe hazırlayınca olanca göğüslerini
ve hersele ve ölüme kalbimiz
hızla gelişecek
cağımıza pek uygun bir hızla
gelişecek kalbimiz
(…)

kalbimiz
yerin ve gocun alt edilmez bir dirilikte olduğu
tutkumuz, direnmemiz, ellerimiz, kalbimiz.
kalbimiz
kalbimiz hızla gelişecek.


                                                                      Turgut Uyar

10 Haziran 2015 Çarşamba

Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma




                                                                                                                her şey akıp gider
                                                                                                                oh onlar birer ayçiçeğidir yüzler
                                                                                                                güneşe ve aya dönen
                                                                                                                hep güneşe


ve ben ruhçulara göre şaşkın
zevcelere göre alkoliktim


evet gerçekten hayatımda çok içtim
ne kadar içtim, ne kadar duraklardan geçtim
öfkenin ve sevincin özrüne sığınıp
ama. bir akşam oldu muydu iyi bir akşam
yani saksı çiçeklerinin üzerine tozlar konan
ve çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam
bu iyi bir başlangıçtır derim aşk yapmaya.
sular ısıtılmalı güğümlerde ve karım
güneşin batışını fark etmeli ve deniz
bir kavga gibi girebilmeli aramıza
fark etmeli ki iyi bir güneş iyi bir yataktır
benim kollarıma
ve fayton seslerini duymalıdır loşluğa giden
benim kollarıma.
bilmem yetkim var mıdır söylemeye onun


anadan doğma mutsuz olduğunu.
mutluluk evrenseldir kolayca bölüşülür
kolayca hazırlanır kendiliğinden
(kimine bir kadın kimine bir başkaldırma) –


oysa şimşekler çaktı mıydı bolkar’ ın üzerinden
sular tarlaları bozdu muydu
ve bir kadın azıcık davet taşıdı mıydı
neden söylememeli, anadolu’ da
gecelerin zifaf olmaması imkânsızdı
ve kocaman bıyıklarıyla
ayışığını zorlayan
çoğalma duyguları


bu arada tiyatrolar oynanır
hak edilmiş gece ayasını karıştırır insanın
ve birden karşı karşıya gelir
romeo ile kerem ve ben
bir düzeni eğitimli bir adam olarak kabullenen
susarım aşklarına her ikisinin
-araya koca gözlü bir küçük kız girmese-
sevmek başka bir yetenektir hemen anlarım.
hemen anlarım, hiç yanılmam
ve çarşılarda, cami avlularında
ahşap çatılar altında nice kültürler gelişmiştir
bilirim. ama bir akşam
hak edilmemiş bir akşam
dürüst ve islâm kalmamışsam
yeter kendimi yargılamama
bir şey yapmam
biraz daha beklerim –


- her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır
beyaz gömleklerin ve kayıt defterlerinin
banka sıralarının ve sıra beklemelerin
ve bir düzenle yüzyüze gelmenin anısı
bugün başka şey ve başka bir şeydir yarın
ah! işte öyle bakmayın
bir geçmişi anmaya var mısınız
biraz benimle, biraz benimle, biraz uzak ama yarın
geçer gidersiniz uzaklardasınız.
ben de bu dünyaya geldim geleli
benden böylece işte ne umarsınız.
ah! her şey akıp gider, bir tarlalar ve sevda kalır
ne sevdadır ne bıçaktır, utançlardır saklanır
çocuklar bir gecedirler girerler yatağımıza.
birisi sağımıza, birisi uykumuza ve biri mirasımıza
ve gizli bir başeğmedir sizde aşk
kilimlerle ve orkidelerle oyalanan
bizde bunun kim farkına varır. –


- koca bıyıklarıyla indi malatya’ dan
çarşılar ve ortahalli evler
semaverler ve hamurtahtaları uyanmadan.
malatya’ nın kâhta kasabasından ve kâhta’ nın
uzun, silik, uzunsilik, uzun
bir davalı mezrasından.
güldü ve bülbüldü
yolları ve dağları yassılaştıran,
bense bir şehirden bir oğlan
sonunun nereye varacağı belli olmayan,
adı ya büyük bir aşka karışan
ya da hiç hatırlanmayan.
soyumuz geçerlidir biliyorum geçerlidir,
sık sık unutulan soyumuz
geçerlidir
bir kıyıya bir sandal gibi bağlanan.
gelirdi.
malatya’ nın kâhta kasabasından
kocaman bıyıklarıyla,
adı bir kanuna hemen uygulanan
kâhta’ nın
ve o sonsuz bülbülü avucunda taşıyan
ve o sonsuz gülü avucunda taşıyan
yani koca bıyıklarıyla güllü ve bülbüllü bir adam
gelmiş geçmiş bütün öbür şeylerin
her şeysini bir parça kendinde taşıyan
kentinde taşıyan
(dumanlı ve derin ve karşılıksız
şiirine ve geçmişine küskün)
kucağında
büyük gözlü bir kız çocuğu taşıyan.


banka bağışı sıralarda oturdular oturdular
ürkek ve şaşkın girdiler röntgen odasına
fakülte hastanesinde ikiyüzbir sıra numarasında
o kız çocuğuyla kucağında
kocaman gözleri, babasının
kocaman bıyıklarını yadırgatmayan,
öyle dağlı aşklara alışkın öyle müslüman
kocaman bir kız çocuğu
şöyle ki
vilâdî kalça çıkığından daha kahraman.
insan tükenir sanırım bir çiçeğe durmadan baksa bile
bir güzel aşk okusa bile.
biz nerden tükeniriz adımız saydam
hele akşam oldu muydu çok daha saydam,
kapanır gideriz sözlükteki bir aşk anlamına
ve tabancamız yok.

bilmeyiz silâhı yerinde kullanmayı
kimbilir silâhı yerinde kullanmayı
dağlı aşklardan ve kan davalarından başka?
ve kadınını bir alet gibi güzel kullanan
kucağında iki yaşında bir çocuk
kocaman bıyıklı adam. –


ben de bu dünyaya geldim geleli
“giderdi
bir atlı giderdi dünyayı umursamayan
ve terkisinde gebe kalınan
büyük bir atlı
durup bütün kinsizliğiyle.


kucağında büyük gözlü bir kız çocuğuyla koşuşan
elleri paraya alışkın olmayan
kocaman bıyıklı bir adam.
ne kadar hoyratsınız ve uzaktasınız.
bu çok az bir şeydir biliyorum
belki balkona asılan çamaşırlar
ve bir otobüs parası biliyorum
senin sonun çamaşırlar asılı bir balkona varırdı
bir sokağın en güzel adına varırdı
biraz islâm, biraz yaban ve cünüp
ve batı ve para en güzel kurtuluştu.”
ben de bu dünyaya geldim geleli
ucu mor püsküllü marpucum mu var
ya bir savaş çıkar bozar dengemi
ya bir ahu gözlü kıyar canıma
ah! şimdi bakmayın kocaman bıyıklarıma
kucağımda kuş gözlü bir küçük kız
kentlerde o anasız ben kadınsız
tumturak bir nasır boğazımda
her şey akıp gider bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır
ben de bu dünyaya geldim geleli
ölmezsem, öldürmezsem
kim benim farkıma varır? -


Turgut Uyar

4 Haziran 2015 Perşembe

Meseller - Soren Kierkerkaard



"Benim sarayım dünyanın öbür ucundan görünüyordu ve bilgeliğim, hiçbir bilge adamın açıklayamayacağı karanlık bir bilmeceydi. Bu yüzden, ne hayal etmiş olduğumu anlayamadılar. Ve bana dönüşmem gerektiğini söyleyen bir söz geldi ve yedi mevsim sonra, otları yiyen bir böceğe dönüştüm...

'Bu Babil değil mi ? ' diye haykırdım; ama kimse sözüme aldırmadı. Zira, bağırdığımda sesim bir böceğin sesini andırıyordu...

Düşünceleri beni dehşete düşürdü, zira ağzım bağlanmıştı ve bir böceğinkini andıran bu sesi kimse duyamaz..."

"... Bu sözde kurnaz insanlar, çoğu zaman bir delinin söylediği her şeye inanacak kadar aptaldırlar ve çoğu zaman onun söylediği her şeyin delilik olduğuna inanacak kadar aptaldırlar. Ne var ki hiç kimse saklamak istediği şeyi saklamakta bir deli kadar becerikli değildir..." 

Soren KIERKEGAARD