19 Nisan 2013 Cuma

Bir İntihar Akşamı Üstüne Söylenti


Kısacık yoğun bir akşam
herkesin yüzünün bir anıya karıştığı
yoğun bir akşam
bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde
ve bir intihar üstüne söylenti
bütün kıyıları dolaştı durdu
kısacık bir akşam


Kısacık serin bir akşam
kelebeklerin atlarla yarıştığı
yoğun bir akşam
bazı mektuplar damgalandı postanelerde
oturuldu bir takım şarkılar söylendi
bir adam bir kadının kapısını vurdu
kısacık bir akşam


Neyi söylesem bir kahramanlıktı
içinde azıcık buluştuğumuz
bir bulutla bir kağıt peçete arasında
kısacık yoğun bir akşam
şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
kısacık yoğun bir akşam


Her şey bir unutkanlıktı
arada bir deliler gibi kavuştuğumuz
tüfekle vurulmuş bir parsın yarasında
kısacık yoğun bir akşam
biliyordum bir soğuktu nereye varsam
bir yanımda bir el bir yanda vazgeçilmez bir sancı ve
kısacık yoğun bir akşam.


Kim karıştırdı gerçekliğine
yaşadığım sonsuzluğun
ve oturuldu bir takım şeyler söylendi
imla kurallarıyla mutsuzluk üstüne
kısacık bir akşam
duraladım ne yapsam


Kim karıştırdı gerçekliğine
su terazilerindeki ensizliğin
ve fotoğraflar çekildi ben çıkmadım herkes eğlendi
araba vapurlarıyla denizsizlik üstüne
kısacık bir akşam
o kadar kısa ki bir akşam


yüzümü suyun ardında buldum
kıyılar bu yüzdendir öyle dediler
kısacık yoğun bir akşam
serin bir akşam öyle söylediler...


Turgut Uyar

18 Nisan 2013 Perşembe

Maldoror'un Şarkıları


Sen, ey okur, bu yapıtın başında kine başvurmamı istersin belki de! Güzel ve kara bir havada, tıpkı köpekbalığı gibi engin bir kösnüye gömülmüş durumda sırt üstü devrilip, gururlu, geniş ve ince burun deliklerinle istediğin kadar kini içine çekemeyeceğini kim söyledi sana, eğer bu eylemin önemi kadar senin o kızıl kokulara olan haklı iştahının önemini de ağır ağır ve görkemle anlıyorsa? Daha önce eğer Tanrı'nın lânetli vicdanını arka arkaya üç bin kez içine çekmeye kendini kaptırmazsan, inan bana ey canavar, çirkin suratının o iki biçimsiz deliğini eğlendirecektir o kokular. O sözle anlatılmaz hazlardan alabildiğine hoşnut kalacak olan burun deliklerin, güzel kokulardan, buhur kokularından başkasını duymak istemeyecekler bir daha; çünkü, o cânım göklerin görkeminde ve dinginliğinde yaşayan melekler gibi eksiksiz mutlulukla tıkabasa doymuş olacaklar.

***

 Maldoror'un mutlu yaşadığı o ilk yıllarda nasıl iyi yürekli biri olduğunu anlatacağım birkaç satırda. Daha sonra, kötü ruhlu doğmuş olduğunu fark etti: Ne garip yazgı! Kişiliğini elinden geldiğince gizledi uzun yıllar, ama sonunda, şu alışık olmadığı gerilim yüzünden, her gün kan beynine çıkmaya başladı; böylesine bir yaşama artık katlanamadığı için de, sonunda, kararlı bir biçimde kötülük mesleğine adandı… bu tatlı dünyaya! Pembe yanaklı küçük bir çocuğu sevip dururken yanaklarını usturayla kesip koparmak isteyeceği kimin aklına gelir, ve eğer Adalet'in türlü türlü cezaları gözünün önüne gelmemiş olsaydı kim bilir kaç kez yapardı bu işi.Yalancı biri değildi, gerçeği kabul ediyor ve kendisinin bir kan dökücü olduğunu söylüyordu. İnsanlar, duydunuz mu? Bu titreyen kuş teleği kalemle de aynı şeyi tekrarlamaktan utanmıyor. Sanki istençten de güçlü yetke… Bir lânet! Yerçekimi yasalarına karşı koyabilir mi taş? Olanaksız. Kötülük, iyilikle bağlaşma yapmak isterse, olanaksızdır. Yukarıda söylediğim de buydu benim zaten. 

 *** 

 İmgelemin yarattığı ya da sahip oldukları, soylu duygular sayesinde insanların övgülerini kazanmak için yazar kimileri. Ben, kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullanıyorum dehâmı! Gelip geçici, yapay zevkler için değil; ama insanla başlamış, insanla sona erecek olanlar için. Tanrı'nın gizli kararlarına uygun olarak kan dökücülükle bağlaşma yapamaz mı dehâ? Ya da, kan dökücü biri dehâ sahibi olamaz mı? Bunun kanıtını benim sözlerimde bulacaksınız; isterseniz, beni dinleyip dinlememek sizin elinizde. Bağışlayın, bana öyle geliyor ki saçlarım diken diken oldu; ama, önemli değil, çünkü, elimle, kolayla eski durumlarına getirebilirim onları. Bu, şarkı söyleyen kişi, tek sesli parçalarının bilinmedik şeyler olduğunu ileri sürmüyor; aksine, kahramanının kibirli ve kötücül düşüncelerinin bütün insanlarda bulunmasına alabildiğine seviniyor.

 ***

 Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için. Keskin ağızlı bir bıçak aldım, dudaklarımın birleştiği yerlerde etimde yaralar açtım. Amacıma ulaştığımı sandım bir an. Kendi elimle yara açtığım bu ağıza baktım aynada! Bir yanılgıydı! İki yaradan akan kan, gerçekten başkalarının gülüşü olup olmadığını anlamama engel oluyordu aslında. Ama, bir süre karşılaştırma yaptıktan sonra, gülüşümün insanların gülüşüne benzemediğini gördüm, yani gülmüyordum ben, gülüşüm yoktu benim. Çirkin suratlı, gözleri karanlık gözevlerine gömülmüş insanlar gördüm; kayanın sertliğini, dökme çeliğin katılığını, köpekbalığının kan dökücülüğünü, gençliğin küstahlığını, canilerin mantıksız öfkesini, iki yüzlülerin ihanetlerini, en olağanüstü oyuncuları, rahiplerin kişilik gücünü ve dışardan bakınca en içe kapalı, dünyaların ve göklerin en soğuk yaratıklarını aşıp geride bırakmışlardı; ahlâkçılar bitkin düşmüştü, yüreklerindekini görmeye, Tanrı'nın amansız öfkesini başlarına yağdırmaya çalışırken. Hepsini bir arada gördüm; kimi zaman, belki de bir cehennem cini tarafından kışkırtılmış, dondurucu bir sessizlikte gözlerine hem yakıcı hem kinli bir pişmanlık acısı sıvanmış durumda, annesine daha şimdiden başkaldıran bir çocuk benzeri en sıkı yumruklarını havaya kaldırdıklarını, bağırlarının gizlediği o alabildiğine adaletsiz ve dehşet yüklü, tutkulu ve düşman düşüncelerini ortaya çıkarma yürekliliğini gösteremediklerini ve bağışlayıcı Tanrı'yı merhametten kederlendirdiklerini gördüm; kimi zaman, günün her anında, yediden yetmişe insanlara, soluk alan her şeye, kendilerine ve Tanrı'ya karşı mantıksız ve akıl almaz lânetler yağdırırlarken, kadınları ve çocukları kötü yola düşürürlerken, vücudun edep yerlerini kirletirlerken gördüm onları. O zaman, sularını yükseltir deniz, tekneleri dipsiz derinliklerinde yutar; kasırgalar ve depremler yerle bir ederdi evleri; veba, türlü türlü hastalıklar kırıp geçirirdi yakaran ailelerini. Ama insanlar anlamaz bunları. Yeryüzündeki davranışları yüzünden utançtan kızarırken, sararırken de gördüm onları; ama pek ender. Kasırgaların kız kardeşi fırtınalar; güzelliğini kabul etmediğim mavi gökkubbe; yüreğimin imgesi iki yüzlü deniz; bağrı gizemli dünya; öteki gezegenlerin halkları; bütün evren; onu cömertçe yaratan Tanrı, sana yakarıyorum: İyi bir insan göster bana!.. Lûtfun on katına çıkarsın doğal güçlerimi; çünkü, bu canavarı görünce şaşkınlıktan ölebilirim: Daha azı için bile ölünebilir.

Comte de Lautréamont

14 Nisan 2013 Pazar

Mühürlenmiş Zaman


* * *

İmge, hakikatin suretidir. Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…
Zaman geri getirilemez derler, doğrudur. Şimdiki zamanın her an geçip giden bir anın geçici olmayan gerçekliği bulunduğuna göre geçmiş ne demek oluyor ki? Geçmiş bir bakıma içinde bulunulan "an"dan daha gerçektir, en azından daha çok dayanıklı, çok daha süreklidir. Şimdiki zaman parmakların arasından kaybolur. Şimdiki zamanın içinde, yakın gelecekte meydana gelecek, önüne geçilmez bir felaketin bütün ön koşulları mevcuttur.

Düşüncelerin oluşumu ve gelişimi belli yasaları izler. Ve bunu ifade edebilmek için de mantıklı ve spekülatif yapılardan farklılığını açıkça gösteren biçimler gerekir. Kanımca, şiirsel mantık, hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak yaşamın yasalarına klasik dramatürjinin mantığından çok daha yakındır. Fakat klasik dram, yıllardır, dramatik çatışmaları ifade edebilmenin yegâne örneği olarak gösterilmiştir.

Karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır. Genelde anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek, insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler. Genelde, anıların somut kaynağıyla yeniden karşılaşma, bu anıların şiirsel niteliğini zedeler. Ben, bundan son derece ilginç bir film için oldukça orjinal bir ilke çıkartılabileceğine inanıyorum. Olayların mantığı, kahramanın eylem ve davranış tarzı görünürde bozulur; sonra da bundan kahramanın düşünceleri, anıları ve düşleriyle ilgili bir öykü çıkartılır. Kahramanın hiç, daha doğrusu geleneksel dramatürjiden alışıldığı şekliyle ortaya çıkmadığı durumlarda bile bu, olağanüstü bir etki yaratmamıza, oldukça özgün bir karakter geliştirmemize, bu kahramanın iç dünyasını gözler önüne sermemize yarayabilir. Kahramanın kendisi hiç ortalıkta görünmez. Ancak onun neyi nasıl düşündüğü konusunda çok açık, sınırları belli bir fikir edinmemizi sağlar. Ayna işte bu ilkeden hareket edecektir.

İnsan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilir. Buna rağmen film yönetmenleri sık sık şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar ediyorlar. Bu filmlerde rüyalar somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüşüyor.

Güzel gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler. Sanatın anlamı ve varlık nedeni hakkında düşünmeye yanaşmadan onu ele alıp değerlendirmeye kalkanların ruhsuzluğu ne yazık ki, sık sık, kaba bir şekilde basite indirgenmiş birtakım sözlere neden olur: “Bunu hiç beğenmedim!”, “Hiç de ilginç değil!” Bunlar çok iddialı savlar, ama ne yazık ki gökkuşağını tanımlamaya çalışan doğuştan kör bir adamın savlarından hiç farkı yok! Bu kör insan, bir sanatçının edindiği deneyimlerden doğan gerçeği başkalarına açıklayabilmek uğruna çektiği acılara karşı tamamen duyarsızdır.

Yaşam, varolmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan gelişimi gerçekleştirmek zorundadır.

Perdeye yansıyan “rüyanın öyküsü” hayatın görünür, doğal biçimlerinden oluşturulmalıdır. Ama bazen bu öykü şu şekilde de yansıtılabiliyor: Ağır çekim ya da sis bulutu yardıma çağrılıyor, modası geçmiş yöntemlere başvurulabiliyor ya da uygun bir gürültü yapılıyor. Ve bu konuda artık eğitilmiş seyirci de hemen beklenen tepkiyi gösteriyor: “Evet, bak şimdi hatırlamaya başladı!” “Kadın bunu rüyasında görüyor demek!” ne var ki bu tür esrarengiz görünüşlü betimlemelerle rüyanın ya da anıların filmsel bir etkisini yaratmak mümkün değil.

Kurgu sinemasını ve ilkelerini reddetmemin nedeni, filmin beyaz perdenin sınırlarını aşarak genişlemesine izin vermemesi, yani seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştırmasına olanak tanımamasıdır. Kurgu sineması, seyircisini bulmacalarla karşı karşıya getirir, simgeler çözdürür ve alegoriden zevk almasını bekler, seyircinin entelektüel deneyimine seslenir. Ancak bu tür bulmacaların her birinin eksiksiz bir biçimde formüle edilmiş sözel çözümleri vardır.

Bu nedenle benim mesleki görevim özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak, içimde varolan dalgın, hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritimlerine kadar uzanan tüm özgün zaman duygumu yansıtmaktır.

İnsanlar Ayna’yı gördükten sonra onları bu filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etmek çok güç oldu. Filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı olmadığını açıklamaya çalıştığımda hep bir güvensizlik ve hayal kırıklığı ile karşılaştım. Bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmadı. Gizler, simgeler, gayeler, peşinde koştular durdular. Çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışık değildirler ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Dünya bulmacalarla dolu olduğuna göre, onun görüntüsü de bulmacalarla doludur.

Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli kösesinden vurmaktır.

Mühürlenmiş Zaman adlı kitabının kendisine yöneltilen şu suçlamalara cevabı oldukça manidardır: “Bu ne zevksizlik, ne saçmalık! Ne iğrenç bir şey! Bence filminiz tam bir fiyasko! Seyirciye biraz olsun yaklaşmıyor bile, oysa en önemli unsur seyirci değil midir?”

Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam.
Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır.

***

Andrei Tarkovsky

13 Nisan 2013 Cumartesi

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi


...
O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu’na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis hava ile dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim.

Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak 6, 5… Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kâh küsurlu, kâh küsursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım’dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray’a, Taksim’e kadar yürüyebilirim.

Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz; bazıları beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler… Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı’nın, bir şiirinde “gün hazinesi” dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda hapsetmiş bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor.

İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kimbilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar… Şu masa, karşıki mağazada satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri… Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası… Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi…

Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İlerliyorum…

Ya şu mağazadaki mavi kolye. Tanıdığım kızlardan şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak! Fakat o kız benim sevgilim değil ki!

Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler…

Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar… Düşünüyorum ki, bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, “bütün bunlar senin için” diyebileceğim kimsem yok.

Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk, türlü türlü yemişler, meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa’dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev’i şahsına münhasır saadet değil de nedir?

Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim.

Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.

Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalığı hasıl olmuş. Yaklaşıyorum, otomobilin içi, camların kenarları bütün çiçeklerle süslü. Demek gelinle güvey fotoğrafhanedeler. Ben de bu fotoğrafhaneye girer, hem fotoğrafımı çıkartmış olur, hem de hayatlarının en mesut zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti, kapıdan çıkmak üzere iken olsun, bir defa selamlarım.

Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.

Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin, demişler.

Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu izdivacın bir senei devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.

Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası bırakarak, bir bahar rüzgarı gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir sanatkar haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu.

- Fotoğrafımı çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim. Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor, yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş kaybediyor, adeta endişeli bir ifade alıyordu:

- Buyurun atölyeye, dedi.

Ben önde, o arkada, çiçek ve lavanta ile karışık bütün bir saadet kokusunun dalgalandığı atölyeye girdik. Gösterdiği sandalyeye oturdum. Makinenin arkasına geçti, örtünün altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:

- Tabii durun!

- Kendinizi sıkmayın!

- Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun!

- Güzel sevinçli şeyler düşünün!

Bunu ihtar etmesine hacet yoktu, ben buraya zaten sevinçli düşüncelerle gelmiştim. Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak… Belki bu resim…

Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:

- Lütfen, zorla gülümsemeyin!

Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir şair gibi biraz mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim.

Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Doğru! Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük, daha mütevazı bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman bu fotoğrafımı, bazı mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber, basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.

Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek, şu karşı binanın saçaklarında gagalarıyla öpüşen güvercinleri gözümün önüne getirerek, o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle… Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim?

Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim. Hem…

Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsiz bir tavırla:

- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, dedi.

...

Ziya Osman Saba

6 Nisan 2013 Cumartesi

J’Accuse ! (Suçluyorum)



Bu yazı 13 Ocak 1898'de L'Aurore Gazetesi’nde yayınlandı. Emile Zola'nın dönemin cumhurbaşkanı Felix Faure'a yazdığı ve “Suçluyorum” başlıklı bu açık mektup Fransız tarihinde önemli bir yere sahip. Çünkü bu mektup topal adalet anlayışına ve sisteme karşı çok büyük bir meydan okumayı içeriyor.

O dönemde –her zaman olduğu gibi- Almanya’ya yenilen ve bir günah keçisi arayan Fransa, içerideki büyük çalkantıları durdurabilmek için, bir çıkış yolu arıyordu. O nedenle imzasız bir ihbar mektubu ile, Yahudi asıllı bir Fransız subayın Alman ordusuna bilgi verdiğine kanaat getirildi. Paris yaşadığı yenilginin acısını bu şekilde hafifletmek ve korumasız bir subayına faturalandırmak istiyordu.

Yüzbaşı Dreyfus, aleyhinde “imzasız ihbar mektubu” dışında hiçbir kanıt olmamasına rağmen tutuklandı ve vatana ihanet suçundan hüküm giydi. Yahudi düşmanlığını tırmandı ve toplumun ortak paydası oldu. Bütün Fransa’da bu linç kampanyasına neredeyse sadece Emile Zola katılmaz. Zola peş peşe “Gerçek Yürüyor”, “Gençliğe Mektup” ve “Fransa’ya Mektup adlı yazılarını kaleme alır ve halkın adalet kavramının nasıl yitip gittiğini, nasıl yanlış yönlendirildiklerini, çok büyük bir suça nasıl ortak olduklarını çok sert ve net bir dille anlatır.

Fransız Meclisi o dönemde de, Zola hakkında soruşturma açılması kararı alır. Bunun sonucunda Zola Londra’ya kaçmak zorunda kalır. Zola’nın mücadelesi sonucu Dreyfus’un suçsuzluğu ispatlanır. “Yahudilere Ölüm” sloganları ile gelişen süreç, Dreyfus’un serbest bırakılması onur nişanı ile ödüllendirilmesi ile son bulur, aynı zamanda Avrupa’nın yakın tarihinde “holokost’tan” sonra gelen ikinci büyük Yahudi düşmanlığı kampanyası da.
Günümüzden çok geride kalmasına rağmen “Dreyfus Davası”, birçok kimse için “temel taşları” gösterdiğinden çok önemlidir. Emile Zola’nın “Suçluyorum” başlıklı yazısı da şöyledir;

“Suçluyorum;

Sayın Başkan,

Bir gün bana gösterdiğiniz iyi kabulden dolayı gönül borcunu haketmiş olduğunuz şeref konusunda duyduğum kaygıyı belirtmeme, şu ana dek pek mutlu olan yazgınızın en utanç verici ve en silinmez bir leke almak üzere olduğunu söylememe izin verir misiniz?

Siz, en alçakça itiraflardan tertemiz çıkıp gönülleri fethetmiş bir insansınız. Ancak şu çirkin Dreyfus Olayı isminiz için -yönetiminiz için diyeceğim- ne büyük bir çamurdur! Bir savaş konseyi, çok kısa bir süre önce tepeden gelen bir emirle Binbaşı Esterhazy'yi temize çıkarmayı, tüm gerçeğe ve tüm adalete ağır bir tokat indirmeyi göze aldı. Böylece herşey bitti. Fransa'nın alnına leke sürüldü. Tarih böylesine toplumsal bir cinayetin sizin başkanlığınız sırasında işlendiğini yazacaktır.

Onlar hiçbir şeyden çekinmediklerine göre, ben de herşeyi göze alıyorum. Gerçeği söyleyeceğim. Çünkü davayı ele alan mahkeme, gerçeği tam anlamıyla ve eksiksiz olarak ortaya çıkarmazsa onu söylemeye önceden söz verdim. Konuşmak ödevimdir, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim, uzakta, işlemediği bir suçtan ötürü işkencelerin en korkuncunu çeken suçsuz bir insanın görüntüsünden kurtulamaz.

Namuslu bir insan olarak tüm gücümle ayaklanıp bu gerçeği size haykıracağım sayın başkan. Şerefinizi düşünerek gerçeği bilmediğinize inanıyorum. Bu durum karşısında, gerçek suçlulardan oluşan kötülükçü güruhu size değil de, kime haber verebilirim? Siz ki ülkenin en yüce katında bulunuyorsunuz. İlk Önce Dreyfus'un yargılanması ve hüküm giymesi konusundaki gerçeği ele alalım.

Uğursuz bir adam herşeyi yürütmüş, herşeyi yapmıştır. Bu adam o zamanlar binbaşı olan yarbay Paty de Clam'dır. Dreyfus olayını yaratan odur. Dürüst bir soruşturma ile eylemleri ve sorumlulukları ortaya çıkarılmadığı sürece onu tanımak imkansızdır. O, romansı entrikalarla dolu, sisli, karmaşık bir kafa olarak ortaya çıkıyor. Okuduğu tefrika romanlar dolayısıyla, çalınmış belgelerden, isimsiz mektuplardan, ıssız yerlerdeki randevulardan, dedikodu yapan esrarengiz kadınlardan hoşlanıyor. Dreyfus'a bordroyu dikte etmeyi düşünen odur.Onu baştan sona aynalarla donanmış bir odada incelemeyi tasarlayan da odur. Binbaşı Forzinetti bu adamın, uyumakta olan sanığın yanına elinde fenerle girmek istediğini anlattı. Amacı sanığın yüzüne ansızın ışık tutup, uyku sersemliği içinde onun suçunu yakalamakmış. Herşeyi söylemem gerekmez. Araştırılsın. Herşey meydana çıkacaktır. Yalnız şunu belirteyim : Adli subay olarak Dreyfus olayını mahkemeye götürmekle görevli olan Binbaşı Paty de Clam, işlenen korkunç adli hatanın, tarih ve sorumluluk sırası bakımından ilk suçlusudur.

Bordro, genel felçten ölen Haberalma Dairesi Müdürü Albay Sandherr'in bir suredir elindeydi. Sızmalar olmuştu bu arada. Bugün olduğu gibi o zaman da belgeler yok oluyordu. Bordroyu kaleme alanın arandığı bu sırada, bu adamın ancak genelkurmaydan bir subay ve bir topçu subayı olabileceği düşünüldü: Bordronun ne kadar üstün körü incelendiğini gösteren ikili yanılgıydı bu. Çünkü yapılacak akıllıca bir inceleme sonucunda kolayca anlaşılır ki söz konusu olan bir kıta subayı idi. Kısımca bilinen bir öyküyü burada yinelemek istemiyorum. İlk kuşku Dreyfus üstüne düşer düşmez, Binbaşı Paty de Clam'in sahneye çıktığını görüyoruz.

O andan itibaren Dreyfus'u bulan Binbaşı Clam olmuştur. Dava onun sorunu haline gelmiştir. Haini karıştırmak, onu eksiksiz itiraflara zorlamak için Binbaşı tüm çabasını harcamıştır. Hiç kuşkusuz, işin içinde pek becerikli görünmeyen Savaş Bakanı General Mercier, kendisini kilise tutkusuna kaptırmış görünen Genelkurmay Başkanı General Boisdeffre ve vicdanı pek çok karanlık işi kabullenebilen Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Conse de var. Ama işin başında herkesten önce Binbaşı Paty de Clam bulunuyor. Hepsini o yönetiyor, hepsini ipnotizma ile uyutuyor. Çünkü bu Binbaşı aynı zamanda ruhani konular ile, gizli şeyler bilgisi ile uğraşıyor, ruhlarla konuşuyor. Zavallı Dreyfus'u bu adamın ne gibi deneylerden geçirdiği, hangi tuzaklara düşürmek istediği, nasıl mantıksız sorgulamalar yaptığı, ne denli kıvrandırıcı çılgınlıklara giriştiği bilinemez.

İlkten olup bitenleri gerçek ayrıntılarına değin bilenler mutlaka kabus geçirirler! Binbaşı Paty de Clam Dreyfus' u tutukluyor ve hücreye hapsediyor. Sonra koşup Bayan Dreyfus'un gözünü korkutuyor. Eğer birşey söyleyecek olursa kocasının mahvolacağını söylüyor. O sırada talihsiz Dreyfus yırtınıp duruyor, suçsuz olduğunu haykırıyor. Sonra sorgu , tıpkı bir 15. yy. güncesinde olduğu gibi, esrarengiz biçimde, karmaşık ve zalimce birtakım yollara başvurularak yapılıyor.Tüm bunların dayanağı bir tek çocukça kanıttır: Budalaca hazırlanmış olan bir çizelge. O çizelge ki yalnızca bayağı bir ihanet değil, aynı zamanda dolandırıcılığın da en küstahcasıydı. Çünkü verildiği söylenen tüm sırların hemen hepsi değersizdi. Bu konudaki direnişim boşuna değildi. Bu tohumdan sonraları gerçek suç çıkacaktır ortaya. Fransa’nın başına bela kesilen tüyler ürpertici adaletsizlik hastalığı kendisini gösterecektir. Adli hatanın nasıl işlendiği, bunun nasıl Binbaşı Paty de Clam'ın çevirdiği dolaplardan oluştuğu, General Mercier'in, General Boisdeffre ve General Conse'un nasıl aldanabildikleri, yavaş yavaş sorumluluklarını bırakıp nasıl bir yanılgıya düştükleri konusuna parmak basmak istedim. O yanılgı ki sonraları generaller bunu kutsal bir gerçek, asla tartışılmaz bir gerçek olarak kabul ettirmek gereğine inanmışlardır.Sözün kısası, başlangıçta ihmal ve akılsızlıktan başka birşey göze çarpmıyordu. Olsa olsa tertipçilerin, ortamın dinsel tutkularına ve meslek ilişkilerinden kaynaklanan önyargılara boyun eğdikleri seziliyordu. Budalalıklara aldırış etmiyorlardı.

En sonra Dreyfus, savaş konseyinin önüne çıkarıldı. Duruşmanın kesinlikle gizli yapılması istendi. Sınırı düşmana açıp Alman imparatorunu Notre Dame'a getirmeyi amaç edinen bir hain için bundan daha sıkı sessizlik ve güvenlik önlemleri alınamazdı. Ulus şaşkına dönmüştü. Korkunç birtakım olaylar kulaktan kulağa fısıldanıyor, tarihi tiksindiren satılmışlıklar dilden dile dolaşıyor ve doğal olarak ulus baş eğiyor. Yeterince ağır ceza yok. Ulus, suçlunun rütbesinin kamu önünde alınmasını alkışlayacaktır, onun pişmanlık acısı çekerek yüz karasıyla yaşamasını isteyecektir. Peki, ama o söylenemeyen şeyler, gizli duruşmalarda özenle üstü örtülen, Avrupa'yı ateşe verebilecek o tehlikeli nesneler gerçek miydi? Hayır, işin içinde Binbaşı Paty de Clam'ın romansı ve çılgınca kuruntularından başka birşey yoktu. Tüm bu yapılanlar yalnızca roman tefrikalarının en gülüncünü gizlemek için yapılmıştır. Bundan iyice emin olmak için savaş konseyi önünde okunan iddianameyi okumak yeterlidir.

Bu iddianame hiçbir hukuksal değer taşımamaktadır. Bir insanın böylesine bir suçlama yazısı üzerine hüküm giymesi adaletsizliğin mucizesidir. Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı yüreği isyan etmeden okuyabileceğine inanmıyorum. Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz kefareti düşünüp de çileden çıkmamak elden gelmez. Dreyfus’un birçok dil bilmesi suçtur. Evinde hiçbir tehlikeli belgenin bulunmamış olması suçtur. Ara sıra doğduğu ülkeye gitmesi suçtur. Çalışkan olması, öğrenme kaygısı içinde olması da suçtur. Coşkulanması da suçtur. Coşkulanmaması da suçtur. Ya iddianamenin kaleme alınışındaki bönlükler, boşlukta kalan biçimsel iddialar! Bize suçlamanın 14 esas maddeden oluştuğu söylenmişti. Oysa ki tek bir maddeden; Çizelge maddesinden başka birşey bulamıyoruz. Ve hatta öğreniyoruz ki bilirkişiler de anlaşamıyorlarmış. Aralarından biri Bay Cobert, istenilen yönde karara varmadığı için askerce azarlanmış. Dreyfus’a karşı tanıklık etmeye gelen 23 subaydan da söz ediliyordu. Onların sorguları konusunda henüz bir bilgimiz yok. Ama eminiz ki hepsi de aleyhte tanıklık etmemişlerdir. Bu bir aile davasıdır ve şunu unutmamak gerekir: Davayı genelkurmay istemiştir ve sanığa hüküm giydirmiştir. Şimdi de ona ikinci kez hüküm giydirmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, elde bulunan tek kanıt bordroydu. Onun üzerinde de bilirkişiler anlaşamamışlardı. Konsey dairesinde yargıçların ister istemez beraate gidecekleri anlatılıyor. Bundan dolayı umutsuz bir inatla, hüküm giydirmeyi haklı göstermek için, bugün gizli, ezici bir belgenin varlığı ortaya atılıyor. Bu belge tüm yapılanları haklı çıkarıyormuş ama gösterilemezmiş! Bu bilinemez ve görünemez belgenin önünde bizim boyun eğmememiz gerekiyor demek! Bu belgeyi reddediyorum, tüm gücümle reddediyorum! Gülünç bir belge. Evet, belki de minnacık kadınların söz konusu olduğu ve herhangi bir yerinde Dreyfus’tan söz edilen bir belge! Ulusal savunmaya ilişkin bir belge asla olamaz! Yalandır bu! Ve üstlerinden gelinemeyecek şekilde yalan söylemeleri büsbütün iğrenç ve edepsizce bir tutumdur. Fransa’yı ayaklandırıyorlar, onun haklı coşkusunun arkasına saklanıyorlar. Yürekleri bulandırarak, kafaları karıştırarak ağızları kapatıyorlar. Bundan daha büyük bir kamu suçu olamaz.

Kısacası, Sayın Başkan, bir adli hatanın nasıl işlendiğini gösteren gerçekler bunlardır. Böylece manevi kanıtlar, Dreyfus’un durumu, dayanak yokluğu, Dreyfus’un sürekli olarak suçsuzluğunu haykırması bir gerçeği ortaya koymaktadır: Dreyfus, Binbaşı Paty de Clam’ın olağanüstü imgeleme yetisinin içinde bulunduğu kilise ortamının “pis Yahudi” avının kurbanı olmuştur. Çağımızın yüz karasıdır bu olay.

Şimdi Binbaşı Esterhazy olayına geliyoruz. Aradan üç yıl geçti. Birçok vicdanlar derin rahatsızlıklar duydular, kaygılandılar, araştırdılar, sonunda Dreyfus’un suçsuz olduğu kanısına vardılar.

Bay Scheurer Kestner'in başlangıçtaki kuşkularının, sonra kesin kanıya varışının tarihçesini yapmayacağım. Şu var ki Kestner kendi yönünden araştırma yaparken, genelkurmayda da önemli olaylar geçiyordu. Albay Sandherr olmuştu. Onun yerine haber alma dairesinin başına Yarbay Picquart gelmişti. Picquart bu sıfatla görev başında bulunduğu sırada, birgün eline bir mektup-telgraf geçer. Bu mektup yabancı bir gücün ajanı tarafından Binbaşı Esterhazy'ye gönderilmiştir. Bu durum karşısında Picquart kesinlikle soruşturma açmak zorunda kalır. Şu da var ki Yarbay Picquart, üstlerin isteği dışında hiçbir zaman herhangi bir eylemde bulunmamıştır. Bu nedenle kuşkularını üstlerine, yani General Conse'a sonra General Boisdeffre'e, sonra da General Mercier'in yerine savaş bakanlığına getirilen General Billiot'ya iletir. Pek çok sözü edilen ünlü Picquart dosyası, Billiot dosyasından başkası değildir. Bu, bir astın bakanına hazırladığı bir dosyadır. Bu dosyanın bugün de savaş bakanlığında bulunması gerekir. Araştırmalar 1896 yılının mayısından, eylül ayına dek sürdü. Şunu da belirtmek gerekir ki General Conse, Esterhazy'nin suçlu olduğu kanısına varmıştır. General Boisdeffre ile General Billiot da, bordrodaki yazının Esterhazy'nin yazısı olduğunu yadsıyamazlardı. Yarbay Picquart'ın soruşturması sonucunda böylesine keskin bir gerçek ortaya çıkmıştır. Ne var ki büyük bir heyecan yaratmıştı bu gerçekler. Çünkü Esterhazy hüküm giyerse, arkadan Dreyfus davasını gözden geçirmek kaçınılmaz bir zorunluluk halini alacaktı. Oysa genelkurmay her ne pahasına olursa olsun bunu istemiyordu.

Bu davada karar vermek için en elverişli an, anlamsız sıkıntılar içerisinde kaçırılmış olsa gerek. Şunu belirtmeli ki, General Billiot hiçbir biçimde lekelenmemiş bir insandı. Yeni gelmişti, gerçeği ortaya çıkarabilirdi. Hiç kuşkusuz kamuoyundan korktuğu için, genelkurmayı terk etmek zorunda kalmaktan çekindiği için bunu göze alamadı. İkinci derecedekiler bir yana, General Boisdeffre'yi, General Conse'u bırakmaktan çekindi. Sonra vicdani ile ordunun değeri saydığı şey arasında bir dakikalık bir çatışma oldu.İşte o an geçince iş işten gecmişti. O artık kendini kapıp koyvermişti, şerefini tehlikeye atmış bulunuyordu. Böylece Billot başkalarının suçunu üstüne almış, başkaları kadar, hatta başkalarından fazla suçlu duruma düşmüştü. Çünkü adaleti gerçekleştirmek elinde olduğu halde bunu yapmamıştı. Durum meydanda! General Billot, General Boisdeffre ve General Conse, Dreyfus'un suçsuz olduğunu bir yıldan beri biliyorlar. Öyle olduğu halde bu tüyler ürpertici gerçeği kendilerine saklıyorlar! Ve bu adamlar geceleri gene de rahat uyuyabiliyorlar! Ve çok sevdikleri karıları ve çocukları var!

Yarbay Picquart dürüst bir insan olarak görevini yerine getirmişti. Üstleri karşısında adalet adına direniyordu. Hatta onlara yalvarıyordu. İşi sürüncemede bırakmanın yanlış bir tavır olduğunu, gerçek öğrenildiği zaman korkunç bir fırtınanın kopacağını söylüyordu. Sonraları Bay Scheurer Kestner de General Billiot' ya aynı şeyleri söylüyor ve sorunu ele alması, toplumsal bir yıkıma dönüşecek ölçüde ağırlaşmasına göz yummaması için ona yurtseverce yalvarıyordu. Hayır! Suç işlenmişti bir kez, genelkurmay suçunu itiraf edemiyordu. Böylece Picquart başka bir göreve atanarak olabildiğince uzağa, Tunus’a gönderildi. Ona Moris Markisinin olduğu yerde görev verilerek günün birinde, kılıçtan geçtikten sonra yiğitliği övülmek istendi. Gözden düşmedi. General Gonse onunla sıkça mektuplaşıyordu. Ancak ortada açığa vurulması hiç de hoş olmayacak sırlar vardı.

Paris’te gerçek karşı konulmaz bir hızla yürüyordu ve beklenen fırtına bilindiği biçimde koptu. Bay Mathieu Dreyfus, Binbaşı Esterhazy’yi bordronun gerçek yazarı olarak ele verdi. O sırada Bay Scheurer Kestner davanın yeniden gözden geçirilmesi konusunda adalet bakanına dilekçe vermek üzereydi. İşte o günlerde Binbaşı Esterhazy ortaya çıkıyor. İlk Önce çılgın gibidir; İntihara ya da kaçmaya hazırdır. Sonra birden bire kafa tutmaya başlar, zorlu davranışıyla Paris’i şaşkına çevirir.Demek ki yardımına koşanlar olmuştur. Ona, çevrilen dolapları ve düşmanlarını bildiren imzasız bir mektup gönderilmiştir.Hatta esrarengiz bir kadın zahmete katlanıp bir gece ona genelkurmaydan çalınmış bir belgeyi getirir. Onu kurtarması gereken bir belgedir bu. Burada yine Yarbay Paty de Clam’in parmağını gördüğümü söylemekten kendimi alamıyorum. Onun doğurgan yaratma gücünün ürettiği çareler hemen belli oluyor.Dreyfus’un suçluluğu Yarbay Clam’in yapıtıydı. Şimdi bu yapıt tehlikeli durum almıştı.Bu durum karşısında Yarbay Clam nasıl eli kolu bağlı dururdu? Elbette yaptığını savunmak isteyecekti. Davanın yeniden gözden geçirilmesi ne demekti? Şeytan Adası’nda tüyler ürpertici bir biçimde son bulan o zırva, o trajik tefrika romanın yıkılışı olurdu bu! Yarbay Clam buna asla izin veremezdi.

Bundan sonra Yarbay Picquart ve Yarbay Paty de Clam arasında çatışma başlayacaktır. Birisi açıkça, diğeri maskeli olarak düelloya çıkacaktır. Çok geçmeden her ikisini de sivil mahkemenin karşısında bulacağız.Aslında, hep genelkurmayın kendisini savunmasından, işlediği suçu, tiksinçliği, saatten saate artan bir suçu itiraf etmek istemesinden başka birşey değildi bütün bu olup bitenler.

Herkes Binbaşı Esterhazy’yi koruyanların kimler olduğunu şaşkınlıkla soruyordu. En başta perde arkasından her türlü dolabı çeviren, herşeyi yöneten Binbaşı Paty de Clam koruyordu onu. Sonra General Boisdeffre, General Gonse ve bizzat General Billot. Bu generaller binbaşıyı temize çıkarmak zorundaydılar. Çünkü Dreyfus’un suçsuzluğunun ortaya çıkmasına imkan sağlayamazlardı.Böyle birşey yaparlarsa savaş bakanlığı halkın nefreti altında ezilirdi. Böylece bu olağanüstü durum, görevini tek başına yapan dürüst insan Yarbay Picquart’ın maskaraya çevrilmesiyle, cezalandırılmasıyla sonuçlanacaktır. Kurban edilen o olacaktır. Ey adalet, ne büyük bir umutsuzlukla daralıyor insanın yüreği! onun sahtekar olduğunu, Esterhazy’yi mahvetmek için telgraf kartını onun uydurduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler.Peki ama neden? Hangi amaçla? Bir neden gösteriniz. O da mı Yahudiler tarafından satın alınmıştı? İşte böylesine alçakça bir görünüm karşısındayız. Ağır suç işlemiş lekeli kişilerin suçsuz oldukları söylenirken bir yanda yaşamı boyunca lekesiz kalmış, şerefli bir insan cezalandırılıyor! Bir toplum bu duruma geldi mi, kokuşmaya yüz tutmuş demektir!

İşte Esterhazy olayı budur Sayın Başkan: Temize çıkarılması gereken bir suçlu söz konusudur. Hemen hemen iki aydan beri yapılan işi saati saatine izleyebiliyoruz. Günün birinde uzun uzadıya coşku dolu sayfalara geçecek olan bu öykünün bir özetini yapıyorum burada. Sonuçta General Pellioux’nun, sonra da Binbaşı Ravary’nin vicdansızca soruşturmalar yaptıklarını gördük. Bu soruşturmalardan alçaklar biçim değiştirmiş, namuslu kişilerse lekelenmiş olarak çıktılar. Sonra da savaş konseyi toplantıya çağırıldı.

Bir savaş konseyinin yaptığını, öbür savaş konseyinin bozabileceğini nasıl umabilmişti? Yargıçların her zaman yapabilecekleri seçmelerin sözünü bile etmiyorum. Askerlerin kanına işlemiş olan yüksek disiplin düşüncesi, onların adalet gücünü zayıflatmaya yetmez mi? Disiplin demek itaat demektir. Savaş Bakanı, Büyük Şef, bir olay konusunda verilmiş mahkeme kararının önemini ve gücünü kamu önünde belirtirken, bir savaş konseyinin onu kesinlikle yalanlamasını mı bekliyorsunuz? Hiyerarşi bakımından olanaksızdır bu. General Billot yaptığı açıklama ile yargıçlara telkinde bulunmuştur. Onlar da ateşe atılırcasına, düşünmeden karar vermişlerdir. Dayandıkları kanının şu olduğu anlaşılıyor: “Dreyfus’a ihanet suçundan bir savaş konseyi hüküm giydirmiştir; Öyleyse Dreyfus suçludur. Şimdi biz bir savaş konseyi olarak onu suçsuz ilan edemeyiz. Çünkü biliyoruz ki Esterhazy’nin suçlu olduğunu kabul etmek, Dreyfus’un suçsuzluğunu açıklamak olacaktır.” Savaş konseyi bu saplantıdan asla kurtulamazdı.

Bu kişiler savaş konseylerimizin sonsuza dek kamburu olarak kalacak ve bundan böyle bu konseylerin kararlarını her zaman kuşku altında bırakacak olan bütünüyle haksız bir karar vermişlerdir. İlk savaş konseyi akılsızca davranmıştır. İkincisi kaçınılmaz bir karar ile ağır suç işlemiştir. Yineliyorum: İkincisinin özrü, yüksek komutanın, daha önceki mahkeme kararının dokunulmaz olduğunu açıklamasından başka birşey değildir. Öyle ki astlar bunun tersini öne süremezlerdi. Ordunun şerefinden söz ediliyor, onu sevmemiz, saymamız isteniyor. Bir tehlike karşısında harekete geçerek, Fransız yurdunu savunacak olan orduyu, tüm ulustan oluşan orduyu, elbette seviyoruz, elbette ona saygı duyuyoruz. Ama söz konusu olan o değildir. Biz onun şerefini ve saygınlığını düşündüğümüz için adalet istiyoruz. Burada söz konusu olan kılıçtır. Belki de yarın başımıza efendi kesilecek olan kılıç! Bu kılıcın kabzasını bağnazca öpmek mi? Asla!

Bir yandan şunu da kanıtladım: Dreyfus olayı karargah şubelerinin işidir. Genelkurmaydan bir subay, yine genelkurmaydan arkadaşları tarafından ihbar ediliyor ve genelkurmay ileri gelenlerinin baskısı ile hüküm yiyor. Genelkurmay suçlu duruma düşmeksizin Dreyfus’un suçsuz çıkması imkansızdır. Bundan dolayıdır ki, karargah şubeleri akla gelebilecek her türlü önleme baş vurarak, basında kampanya açarak, bildirilerle, nüfuzla Esterhazy’yi korumuşlardır. Sırf Dreyfus’u ikinci kez mahvetmek için bunu yapmışlardır.Cumhuriyet hükümeti, General Billot’nun bile düzenbaz takımı diye adlandırdığı bu kimselere yol vermeliydi. Herşeyi baştan başa yenilemeyi ve düzeltmeyi göze alacak olan, gerçekten güçlü ve akıllı, yurtsever bakanlık nerede? Nice kişiler tanıyorum ki, ulusal savunmanın hangi ellerde olduğunu bildikleri için kaygıyla titremektedirler! Yurdun alınyazısının karara bağlandığı o kutsal sığınak, ne aşağılık entrikaların, ne dedikoduların ve savurganlıkların yuvası haline gelmiştir!

Kamuoyunu şaşırtmak, onu çileden çıkartmak ağır bir suçtur. Sıradan ve gösterişsiz insanları zehirlemek, gericilik ve hoşgörmezlik tutkularını tiksinç Yahudi düşmanlığına sığınarak körükleyip azdırmak, suçların en ağırıdır! Eğer bu hastalık iyileştirilmezse insan haklarının özgürlükçü büyük Fransa’sı yıkılacaktır. Yurtseverliği, kin ve düşmanlık için sömürmek bir cinayettir. Ve en sonra, tüm insanlık bilimi geleceğin gerçek ve adalet yapıtını oluşturmaya uğraşırken, kılıcı çağdaş tanrı haline getirmek büyük bir cinayettir.

Derin bir tutkuyla arzuladığımız gerçeğin ve adaletin hiçe sayıldığını görmek ne büyük bir yıkımdır! Bay Scheurer Kestner’in yüreğinde bir çöküntü olabileceğinden kuşkulanıyorum. Öyle sanıyorum ki, sonucunda Bay Kestner, senatodaki gensoru sırasında bir devrimci gibi davranıp içini dökmediği, herşeyi yıkmadığı için pişman olacaktır. O büyük ve dürüst insan, doğruluk içinde geçen yaşamının insanı olarak kalmıştır. Gerçeğin kendi kendine yeterli olduğuna, özellikle herşeyin gün gibi açık göründüğü bir sırada başka türlü düşünülemeyeceğine inanmıştır. Yakında güneş parlayacağına göre ne diye herşeyi altüst etsindi? İşte bu güven dolu serinkanlılığı yüzündendir ki Kestner korkunç biçimde cezalanmıştır. Aynı şeyi Yarbay Picquart için de söyleyebiliriz. O ki ağırbaşlılığı ve yüksek onuru uğruna General Gonse’un mektuplarını yayınlamak istemiştir. Üstlerinin kendisine çamur attığı, onu en beklemedik ve onur kırıcı şekilde mahkemeye verdikleri bir sırada gösterdiği titizlik, disipline saygılı kalışı, ona büsbütün değer kazandırmaktadır. Ortada işleri tanrıya bırakan iki kurban, iki yiğit kişi, iki temiz yürekli insan var. Ve dahası, Yarbay Picquart’ın şu iğrenç durumla karşılaştığı görülmüştür: Bir Fransız mahkemesi, savcının bir tanığı kamu önünde suçlamasına olanak verdikten sonra, bu tanık açıklama yapmak ve kendini savunmak üzere mahkemeye alınınca, duruşma gizli yapılmıştır. Bunun da ağır bir suç olduğunu söylüyorum. Bu suç kamu vicdanını ayaklandıracak özelliktedir. Şurasını kesinlikle belirtmeliyim ki, askeri mahkemelerin adalet konusunda acayip düşünceleri vardır.

Yalın gerçek budur, Sayın Başkan ve bu tüyler ürpertici gerçek başkanlığınız için bir leke olarak kalacaktır. Bu davada hiçbir yetkinizin bulunmadığı, sizin çevrenizin ve anayasanın tutsağı olduğunuz kanısında değilim. Hiç değilse bir insanlık ödeviniz vardır: Bunu düşünecek ve yerine getireceksiniz. Bu davanın zaferle sonuçlanacağından asla kuşkum yok. Şimdi daha büyük bir kesinlikle yineliyorum: Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır. Herkesin aldığı durum bugün açıkça belli olduğuna göre, dava ancak bugün başlamıştır: Bir yandan gerçeğin gün ışığına çıkmasını istemeyen suçlular, öte yanda herşeyin aydınlanması için yaşamlarını vermeye hazır olan adaletseverler. Daha önce söyledim, yine söylüyorum: Gerçeği yeraltına kapatırsanız birikim oluşur ve gerçek bir yerde öylesine bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün, kendisiyle birlikte pek çok şeyi havaya uçurur. Bu tavırla ilerisi için yıkımların en gürültülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını herkes görecektir.

Mektubum fazla uzadı Sayın Başkan; Bir sonuca varmanın zamanıdır.

Yarbay Paty de Clam’ı adli hatanın iblisçe düzenleyicisi olarak suçluyorum. Sonra da uğursuz yapıtını, üç yıldan beri en şaşırtıcı ve en baştan başa suç olan dalaverelere başvurarak savunmakla suçluyorum onu.

General Mercier’yi, hiç değilse düşüncesizliği yüzünden, çağımızın en büyük haksızlığında suç ortağı olmakla suçluyorum.

General Billot’yu, Dreyfus’un suçsuzluğu konusunda elinin altında bulundurduğu kesin kanıtları saklamakla, saygınlığı tehlikeye düşen genelkurmayı siyasal amaçla kurtarmak için, insanlığa ve adalete karşı ağır suç işlemekle suçluyorum.

General Boisdeffre’i ve General Gonse’u aynı suçun ortakları olarak suçluyorum. Birisi, hiç kuşkusuz papaz egemenliği tutkusu yüzünden, teki ise belki, karargah şubelerini dokunulmaz sayacak kadar mesleğe bağlı olduğu için suça ortak olmuşlardır.

General Pellieux ile Binbaşı Ravary’yi, vicdansızca soruşturma yapmakla suçluyorum. Bununla, soruşturmanın en aşırı yanlılıkla yapıldığını belirtmek istiyorum.

Üç yazı uzmanı, B. Belhomme, B. Varinard ve B. Couard’ı uydurma ve hileli raporlar düzenlemekle suçluyorum. Yapılacak tıbbi muayene sonunda bu kişilerin görme ve düşünme yetersizliğinden hasta oldukları saptanmazsa suçlamadan kurtulamazlar.

Savaş dairelerini, basında özellikle l’eclair ve l’echo de Paris gazetelerinde, kamuoyunu şaşırtmak ve işledikleri suçu örtbas etmek için tiksinç bir kampanya yürütmekle suçluyorum.

En sonra, birinci savaş konseyini, bir sanığa gizli kalan bir belgeye dayanarak hüküm giydirdiği için hukuku çiğnemekle suçluyorum. İkinci savaş konseyini de üstten gelen emre uyarak, bir suçluyu, suçunu bile bile temize çıkarıp ağır adli suç işlemekle, böylece birinci konseyin yasaya aykırı davranışını örtbas etmekle suçluyorum.

Bu suçlamalarda bulunurken, 29 temmuz 1881 tarihli Basın Yasasının 30 ve 31. maddelerine karşı geldiğimi, bu yasanın lekeleme suçlarına ceza belirlediğini bilmiyor değilim. İsteyerek kendimi tehlikeye atıyorum.

Suçladığım kişilere gelince: Hiçbirini tanımıyorum. Onları hiç görmedim. Kendilerine karşı ne hıncım var, ne kinim. Onlar benim için topluma kötülük eden kişilerden, kafalardan başka birşey değildir. Benim burada yaptığım şey gerçeğin ve adaletin ortaya çıkmasını hızlandırmak için devrimci bir araca başvurmaktan başka birşey değildir.

Bir tek tutkum var; Bunca acılar çeken ve mutluluğa hakkı olan insanlık adına duyduğum aydınlık tutkusu. Coşkulu protestom, yüreğimden kopan çığlıktan başka bir şey değildir. Beni ağır ceza mahkemesi önüne çıkarmayı göze alsınlar ve herkesin önünde soruşturma açılsın! Bekliyorum.

Sayın Başkan, derin saygılarımın kabulünü dilerim.”


Emile ZOLA

5 Nisan 2013 Cuma

Haritada Bir Nokta





“Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilâyet, isimlerinden mavi sahile kayar Robinson Cruseu’yu okumuşumdur herhalde; unuttum, gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismini okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum.

Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum, ama belki de o yüzdendir.haritada ada görmeyeyim. İçimde dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.

İşte çocukluğumun ve gençliğimin haritalarındaki adalar, beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım Cebim para görmüştü. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpushane görmüştüm. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Sevmiş, sevilmiştim. İşte bitkin, yorgun, işte hepsini, hepsini yitirmiş; git­tiğim motorla yine geri dönmüştüm.

Şimdi namuslu insanlar arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu kötülüğü göz kırpışından anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir hâlde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu da ke­sik bir nefesle bahtiyar bitirecektim.

Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son hâline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden evvel ne kadar sallanıp durdular.

Bir sabahtı. Kayık, hulyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Nevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağ­ları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.

Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı, kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince zar gibi kanatlarıyla titreşiyordu. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok ev­lerde tütecekti.

Kayığı temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisini, zayıf, sarı, hastalıklı ada­mı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgi ile çalışıyordu.

Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışarıdan da insanlar gelirdi. Dışarıdan ırıba katılanlar almazlardı, gemi tayfası ile reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.

O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak etmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayet İş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine:

- Bunu bize götür sonra dedi, ötekileri de pay yap.

Üçer tane alanlar oldu. Dışarıdan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde bir tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir hâlde dondu. Sandım ki böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme, yüzünde birdenbire bir meyve gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki adam, rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri nerede ise yine eski temiz, memnun hâlini, taze meyve hâlini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, baş parmağına irisinden bir dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı:

- Ne o? dedi; hemşerim. Dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.

Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek hâlde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü.

Dışarıdan kahvenin önündeki seyircilerden bir seslendi:

- Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış, nerelerden gelmiş işte.
- Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı mumla davet mi ettik biz onları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeğe hiç. Yağma yok hemşerim.



Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da:

- Ayıptır yahu, ver adama demedi.

Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi, umduklarımdan birisi payı­na düşen balıktan birini, en küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu.

Hadiseye karışan adam:

- Ayıptır yahu dedi, ayıp.

Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşenden en küçüğünü fırlatacaklarını sandıklarım­dan biri:

- Sen karışma bakalım babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek?

- Babanızın malı mı deniz, sizin?

- Onun babasının malı mı?

- Değil ama gelmiş kayığınıza çalışmış bir kere.

- Kim gel çalış demiş ona? Gelmeseydi…

Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. Kahveci­ye:

- Kalkacağız, kalkacağız, dedi.

Ayağa kalktı. Kendisi için lâf işitmiş adama:

- Zararı yok, hemşerim dedi, zararı yok. Vermesinler. İstemez.

Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.

Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım Koştum tütüncüye, Kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuk­tan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”



Haritada Bir Nokta (1952) Sait Faik Abasıyanık