"Bütün bir geleneğin köksüz kalmış insanları, Dostoyevski'nin kahramanları, gerçek Ruslardır, geçiş dönemi insanlarıdır, kalplerinde başlangıcın kaosu vardır, ürkeklik ve tedirginlikle yüklüdürler. Sürekli çekingen ve korku içindedirler, sürekli aşağılandıklarını ve horlandıklarını hissederler ve bütün bunlar ulusun tek bir temel duygusundan kaynaklanır: Kim olduklarını bilmemelerinden." (Stefan Zweig- Üç Büyük Usta, Dostoyevski- s. 132)
Herkes gibi olmayı istese de beceremeyenler, kendini kandırma kabiliyeti olmayanlar, kendi kokusunu, pisliğini, yenilgilerini ve acılarını sahiplenip dürüstçe itiraf etmekten kaçınmayanlar! Size sesleniyorum!
Kendine karşı acımazsız davranmanın haklı bir tarafı var mıdır? Herkese gösterdiğimiz hoşgörü ve toleransı kendimize gösterememenin, istesek de bunu başaramamanın bir nedeni olsa gerek. Biraz dikkat göstererek kendimize acı çektirmekten değişik bir haz aldığımızı fark edebiliriz. Ama bir düşünelim, bazı insanlar aşırı hassastır, sohbet esnasında öylesine söylediğiniz bir söz yüzünden ertesi gün, uykusuzluktan gözleri kan çanağına dönmüş bir halde karşınıza çıkıverirler. Bütün gece sizin o, öylesine sarfettiğiniz cümle yüzünden uyumamışlardır.Burada duralım! Siz mi fazla kaygısızsınız, o mu fazla hassas? Ortada canı yanmış bir insan var ve bunun bir açıklaması olmalı. Hemen patolojik bir durum deyip geçme şansımızı kullanabilir ve bu konuyu burada kapatabiliriz. Fakat anlamaya çalıştığımızda işin rengi bir hayli değişiyor. Başkalarından önce kendini cezalandırmanın iletişim başarısızlığıyla alakasını kurmaya çalışan psikanalitik tahliller bir kenarda dursun, biz herkes gibi olmayı (istese de) beceremeyen bu insana biraz daha yaklaşalım.
Doğa size danışmaz
Acaba içimizde aynaya baktığında ruhunu seyredebilen kaç kişi vardır? Öyle ya, çoğumuz için ayna bir ego tatmini sunarken bazıları için bir savaş alanıdır adeta. Bizde olmayan ama bu insanda olan nedir ki, bizim zevk aldığımız bir yerde o acı çekmektedir? Üstelik bundan zevk aldığı da söylenebilir. Şuradan başlayabiliriz; herkes gibi olmak maharet midir? "Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar bir duvardır. diyen "Dostoyevski'nin bir düşünceye inanabilmesi için o düşüncenin mantıklı olmasından çok başarısız olması, inandırıcı olmaktan çok, bir haksızlığa uğramış olması gerekiyordu sanki." Burası bize bir kapı aralıyor. Eğer doğa bize danışmıyorsa ve bu bir hakikat ise, o halde herkes gibi olmak maharettir. Madalyonun öteki yüzünü çevirelim şimdi de; bizim gibi olmayı beceremeyen, hassas ruhlu insanların başarısız oldukları konu iletişim değil, bizim başaramadığımız derinlikli sorgulamadır. Çoğunluk için hayat, sürüye dahil olup hayatın tadını çıkarmaktan ibarettir. Doğaya ayak uydurarak ömrü boyunca yiyip içmek için çalışan, çiftleşip çoğalan, sonra yaşlanıp ölen (ve böylece doğanın muhteşem döngüsüne hizmet eden) bu çoğunluğun dışında, yaşadığı hayatı en ufak ayrıntısına kadar sorgulayıp anlamlandırmaya çalışan (ki bu hemen hemen imkânsızdır) ve bunu başaramadığı (çünkü hayatın her zaman açıklanamayan bir tarafı bulunduğu için) bizi geriden takip eden bu insana göstereceğimiz tepki merhamet mi olmalı, imrenme mi? Şöyle düşünebiliriz; "değişmeyen tek şey değişimdir" sözünü kabul etmeyenimiz yoktur, fakat bu bizim için yüzeysel bir kabuldür ve üzerinde çok da düşünmeyiz. Değişmek isteyip de değişemeyen (bu yüzden kendisine akıl almaz işkenceler çektiren) insanlara sormak lazım bunu. Burası -aslına bakarsanız- tam da insan olduğumuz yerdir. "Efendim, iş çizelge ile aritmetiğe dayanınca iki kere ikinin dört etmesinden başka çıkar yol olmazsa iradenin ne önemi kalır? İradem işe karışmasa da iki kere iki dört ediyor. İrade bu mu demektir?
Şimdi başlayabiliriz.
Acıda hazların en tatlısı saklıdır
"Her şeyi fazlasıyla anlamak, bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla gerçek bir hastalık. diyen bir adamın hikâyesidir Yeraltından Notlar. Bu adam çoğumuza göre daha dürüsttür: "Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz ne hastalığımdan anladığım var ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar (oldukça iyi bir eğitim gördüm, boş inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum işte.)" İtiraf edelim, birçoğumuz bu hasta adam kadar kendine karşı dürüst davranmayı beceremez. Durun, daha bitmedi, birçok insanın değil başkalarına, kendisine bile itiraf etmekten korktuğu bir gerçeği (kendini aşğaılamanın zevkini) anlatıyor: "Küçüldüğünüzü ve bu yolda en aşırı dereceye varmış olduğunuzu fark etmekten doğar bu haz. Durumunuzun umarsızlığını, başka bir adam olamayacağınızı, değişmek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değişmeyi kendiniz de istemeyeceğinizi anlamanın tadına doyum olur mu? Hem değişmek isterseniz ne olurdunuz ki; belki sizin için aslında başka yol yoktur... Aşağılık bir herif ciğerinin beş para etmediğini kavramakla kendisine bir avunma payı çıkarır gibidir.... Acıda hazların en tatlısı saklıdır, hele bir de insan durumunun umarsızlığını anlarsa!"
Bir Avrupalı olan Andre Gide, bir Rus ile bir Batılı arasındaki farkı şöyle tarif ediyor: "Hristiyanlık duygusu bir Rus’ta, genelde biz Batılıların onur duygusuna üstün gelmektedir. Örneğin intikam ya da hatalarını kabul edip özür dileme olasılığı karşısında, Batılı çoğunlukla ikinci alternatifin saygın olmadığını ve ancak bir korkağa, bir ödleğe yakıştığını düşünür. Batılı affetmenin, unutmanın, ertelemenin bir kişilik zayıflığı olduğunu düşünmeye eğilimlidir. Ve bu nedenle de hata yapmamaya çalışır, eğer bir hata yaparsa, bu kez başına gelebilecek en kötü şey hatasını kabul etmektir. Bir Rus ise tam tersine, hatalarını açıklamaya, kendini aşağılamaya, suçlamaya -hatta düşmanlarının önüne bile- her zaman hazırdır. (Andre Gide- Dostoyevski- s.103)
Neden böyledir? Çünkü "eğer alçakgönüllülük gururdan vazgeçiriyorsa, aşağılanma tam tersine gururu daha da güçlendirir." (Andre Gide- Dostoyevski- s. 108)
"Bırakmıyorlar... İyi olamıyorum"
Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ındaki kahramanının bir adı yoktur, çünkü bu bir kişinin özel hikâyesi değil, toplumsal bir tepkinin dışavurumudur. Bugün bizde halen yaşanan "Batılılaşmak zorundayız" düşüncesinin bir buçuk asır önce Rusya'da yaşanan trajedisidir bu kitap. Kahramanımız aslında Batılılaşmanın kendisine değil, (Orhan Pamuk'un da belirttiği gibi) onun dayatılmasına, tek kurtuluş yolu gibi sunulmasına karşıdır. "Dışarıdan alınan bir düşünce, ne kadar verimli olursa olsun bizde kök salamaz. Ancak millî hayatımız, dışarıdan hiçbir ilham ve teşvik almaksızın bu düşünceyi kendiliğinden, uygulayarak, herkesin ortak fikirle gerekli gördüğü şekilde ve ihtiyaç duyduğu için oraya çıkarırsa, bu düşünce ancak o zaman kökleşebilir, bize uyum sağlayabilir ve bizim ihtiyaçlarımızı karşılayabilir. Yeryüzünde hiçbir millet, az ya da çok istikrar kavuşmuş hiçbir toplum, dışarıdan ithal edilmiş, sipariş bir program üzerine kurulmamıştır." Bir rüzgâr olarak esen Batılılaşmayı becerenler, hayat merdivenlerini birer birer çıkarken bunu başaramayan, içselleştiremeyen kahramanımız hasta adam konumuna itilmiştir. Başaramadığı şey, yaşadığı toplumla iletişim kurmak değil, Batılılaşmak isteyen ve kendi toplumuna sırtını dönmek pahasına bu fikre tutunan Rus aydın sınıfının sunduğu toplumsal düzenle diyaloga girmektir. Bu yüzden sadece toplum dışına itilmekle kalmamış, aynı zamanda her fırsatta küçük düşürülmüş, aşağılanmıştır. Artık normlar değişmiş iyi ile kötünün tanımları yeniden (batılı standartlarda) yapılmış, evrensel kabul edilen bu yeni toplumsal düzene ayak uyduramayanlar kötü grubuna dahil edilmiştir. Oysa kahramanımız tam tersi kanaattedir. "Bırakmıyorlar... İyi... İyi olamıyorum...." Aslında bunu söylerken iyi ve kötünün ne olduğunu da tam olarak bilmemektedir. Bildiği tek şey, varolan toplumsal düzenin, onun kendisi gibi olmasına müsaade etmemesidir. Kötü olan da budur. (Charlie Chaplin'in "Modern Zamanlar" filmindeki fabrika sahnesini hatırlayın). Bir örnekle kahramanımızın zoruna giden şeyi anlamaya çalışalım; Bir gün küçük bir hanın önünden geçerken bilardo oyuncularının kavga ettiğini görür yeraltı kahramanımız. İçlerinden biri de pencereden dışarı fırlar. Bu dışarı fırlayan adamı öyle bir kıskanır ki, aynı şekilde dövülmek ve pencereden atılmak için korkunç bir istek duyar. Ner ki isteğine kavuşamaz. İstemeden yolunda durduğu bir subay, bunu omuzlarında tutar, yana fırlatır ve yokmuş gibi davranıp, geçip gider. Adamımız günlerce bunun intikamını kurar kafasında, hatta yıllarca. Zoruna giden şey; rütbeli bir askerin ona çarpması değil, askerin bırakın özür dilemeyi, dönüp bakmaya bile tenezzül etmemesi, bizimkinin varlığını hiçe saymasıdır. Asker burada (bana göre) Batılılaşmak isteyen Rus aydın sınıfını, adamımız ise kendi kalmak isteyen Rus toplumunu temsil etmektedir. (Osmanlı'da Batılı standartlara getirilen ilk sınıfın askeriye olduğunu hatırlayalım). "Onun eserlerindeki en tehlikeli kişiler, en aydın kişilerdir." diyen gide haklıdır bu noktada. Bu sadece Yeraltından Notlar için değil, başta Cinler ve diğer romanları için de geçerlidir. (cinler'deki Stepan Trofimoviç Verhovenski karakterini anımsayın.) Küçük görülen, bir sinek gibi ezilen Rus insanını temsil eden kahramanımız, haklı intikamını almak için uğraşır ama bunu yapacak ne ekonomik gücü vardır ne de sosyal itibarı. Bütün ezilenler ve aşağılananlar gibi o da kompleksleriyle hareket eder ve saçma sapan bir sürü iş yapar. Neden yapar bunu? Çünkü kararsızdır, gidecek yeri yoktur. Biyografinin üstadı Stefan Zweig'in enfes tespitiyile söylersek; "On dokuzuncu yüzyılın, Dostoyevski zamanının Rus insanı arkasındaki eski barbar zamanların ahşap kulübesini yakmıştır, ama yeni evi henüz yapılmamıştır. Köklerinden kopmuş, yönsüz yordamsız kalmıştır hepsi de.... On dokuzuncu yüzyılın Rusya'sı nereye yöneleceğini bilemez: Batı'ya mı, yoksa Doğu'ya mı, Avrupa'ya mı, yoksa Asya'ya mı; "yapay kent" Petersburg'a, kültürün içine mi, yoksa bozkırdaki köylülere mi?"
Biraz da "Benim karakterim her zaman karamsar, hastalıklı ve alıngandır. Hatalı olduğuma ilk ben ikna oluyorum.” diyen Dostoyevski'nin kendinden kattığını düşünürsek alın size bir yeraltı kahramanı.
Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir
Kral ve yağmur hikâyesinden yola çıkarsak, herkesin aşırı bir hevesle Batılılaşmak (Nazım'ın ifadesiyle makinalaşmak) istediği ve bunu bir hakikat olarak gördüğü bir toplumda "Niçin Batılılaşmak zorundayım?" diye sormak, haliyle sürünün dışına itilmek, hatta kötü sıfatlara maruz kalmakla sonuçlanır. Böyle bir ortamda, "belki de normal adamın aptal olması kaçınılmazdır." Batılılaşmanın zamanla çağdaşlaşmak adını alması tesadüf değil tabi ki, bugün Batı dışındaki bütün toplumlar çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak için birbiriyle yarışıyorlar. Aslında rasyonel aklın, bilimin, aydınlanmanın (ne derseniz deyin) en hakikî rehber olarak Tanrının yerini aldığı 20. asırda, bu duruma itiraz eden herkesin yeraltına itildiği bir gerçek. Bana göre Yeraltından Notlar, iç dünyasıyla kavgalı, kendi değerleriyle toplumsal değerler arasında çatışma yaşayan hasta ruhlu bir insanın hikâyesi kadar, Roma'nın hakimiyetine karşı çıkan Yahudiyeli Zealot'a benzer, güçlü bir tepkidir de. Zaten kahramanımız, yeraltından notlar yazarken, Zealot gibi, taklit ederek ayakta kalacağına ve bir gün aynı güce erişeceğine inanan Herodian düşünceye karşı çıkmaktadır. Şöyle açalım; Çernişevski başta olmak üzere o dönem Rusya'sında Batılılaşmayı tek çıkar yol kabul eden aydın sınıfına haykırmaktadır Dostoyevski. Tabi bunu yaparken hikâyesinin kahramanını (belki de korumak için) yeraltına saklamıştır. Sürgit devam eden toplumsal hayatın dışında kalan ve içinde bulunduğu (değişen) şehir hayatına ayak uydurmakta sorun yaşayan adamımız için, "acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi?" Böyle bir hayatı sürdürmenin (doğanın gerçekliğini ve bilimin dayatmalarını düşünürsek) zorluğunu tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Zaten kahramanımız da pek öyle uzun yaşama sevdalısı değildir:
"Kırkından fazla yaşamak ayıptır, aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? ... İsterseniz size ben açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından sonra. Bütün ihtiyarların, o ak saçlı, güzel kokular sürünmüş saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karşı söylerim bunu!"
Neden yeraltı? Bu bir kaçış mıdır, bir sığınak mı? Tabi ki her ikisi de, zira yalnız (ve bu yüzden zayıf ve güçsüz) düşen insan için yeraltına çekilmek kaçınılmaz sondur. Burası bizim kendimiz olabildiğimiz, kalelerimizin arkasında direnebildiğimiz ve hayata meydan okuyabildiğimiz yerdir.
DOSTOYEVSKİ