18 Kasım 2015 Çarşamba

Öğle Uykusundan Uyanırken



Öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, her gün o saatta yükselirdi. Kendimi büyümüş bulurdum. Birbiri arkasına uyanırdım. Koştuğumu anlamadan. Cilalı taş ormanları içinden geçerdim. Düş, doğaya dönüşürdü. Yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki!

Uykunun çiçekli perdesi duvara vurmuştu ama o sabırsız, damıtık, büyü bilmez ışık, imgelemin bütün haritasını parça parça ediyordu. Her uyanışında dünyayı baştan yaratatan çocuğu Tanrı korusun! Parçaları toplamağa başladım ağır ağır.

Önce solumdaki duvarı gördüm, az sonra da tanıdım. Yatağıma arpa boyu uzaklıktaydı, boşalmış, yaşı olmayan pencere ile arasında tedirgin masa duruyordu, kapıya bitişikti. 

Derlenip toparlanan ölçüler içindeki konumundan ötürü de, alıştığı yeri alıverdi. Bellek bir kalıtımdır.

Eşya arasındaki anlaşmada hep bir giz bulmuşumdur. Bizimle birlikte uyuyup uyanırlar. Ama her uyanışta ya bir şey eksilir, ya da bilinmedik bir şey doğar. Kalanlar kapatır eksilenlerin yerini ve yenileri örter. Yoksa bir duvarı tanımak kolay değildir. Duvarlar bir dizge içinde anlam kazanırlar ancak. Var olanın gerçekliği, kendi soyundan başka gerçeklikleri gerektirir. Sayı bundan doğmuştur. Ne güç öğrendim! İnsan elinden çıkma şeylerin, doğal şeylere göre daha karmaşık bir yaşamları vardır. Atalarını bilmezler. Duvar geçmişi yadsır, zamanı hiçler. İnsanın en acımasız buluşudur o, özgürlüğümüzü tutuklar. Bütün elürünü varlıklar gibi öçle doludur ve öç duygusu kişiliğin kanıdır. Hiçbir duvar ötekine benzemez; kimi konuşur, kimi susar boyuna (konuşanlar genç, susanlar yaşlıdır), kimi içeri kapatır, kimi dışarı açar; kimi öldürür (ölümlerin çoğu bundandır), kimi yaşatır (bunu bilmek olanaksızdır). Kurşunlarla delik deşik olmuş, üstü yaralar ya da resimlerle dolu duvarlar vardır. Uruk'taki ilk kerpiç duvardan beri yazgımız değişti. Shih Huang Ti'nin büyük duvarı düşmana değil, halka karşı idi ve insanlarda hiçbir umut bırakmamıştı. Duvar ancak düşle aşılabilir. O gün ben de, bilinçsizce elbet, o atılımı denedim. Ama bunu kaç kez anlattımsa da kimseyi inandıramadım. Belki de hiç anlatmadım.

Çok duvar gördüm. Birinde Shakespeare'in ünlü sözü yazılı idi: "Olmak mı, olmamak mı?" Bunun altına bir başkası, belki de bir deli, sonradan deli olmuş biri, çünkü deliliğin öncesi yoktur, şu sözleri eklemişti: "Yalnız olmak mı, yalnız olmamak mı?" Şiirimi o sözden başlatır, sonra da bir duvar örmeğe başlardım belki, fakat onun altına bıçakla kazınmış şu sözleri okudum: "Var mıyım, yok muyum?" Shakespeare'in asıl söylemek istediği buydu, Hamlet'in onca zayıf istençli olması, varlığından kuşkuya düşmesi yüzündendir. Kuşlar uyurken anlar bunu. Hamlet kendine dışardan bakıyor, bu nedenle de yabancılık duyuyordu. Aynaları kırmak niçin uğursuzluk olsun? Bu duygu Hamlet'i eylemden alıkoyuyordu. (Gerçekte bahaneydi bu.) Çevresi içindeki konumunu yitirmişti. Onun bütün serüveni, şu bir türlü anlayamadığımız yalnızlıktır. (Duvarların en korktuğu. Kaç kez dinledim.) Babasını hortlatmasının nedeni başka türlü açıklanamaz. Bu gibi durumlarda düşle gerçek birbirine karışır, bundan ötürü de eylem, zaman zaman, kırlangıç yuvası gibi boş kalır. "Bir taş alıp attı" demekle, "Eline bir taş geçti" sözü arasındaki ayrım bunu gösterir. El midir iş gören, yoksa taş mı? Flaubert bu ayrımı anlamıştı.

Pencereyi, yaz güzünün giz bırakmayan ışını ile çoktan kaynaştığı için, daha da çabuk tanıdım. Yalnız değildi. Sesler geliyordu uzaktan. Ne kadar ses varsa toplanıp sokağın ucundaki parkta, çocukların anılarını kurmaya gitmişlerdi. Kuşları göremedim, belki de bahçelerin kuruluşunda görevliydiler. Bu görev asıl, ses ile sessizliğin ortak temeline dayanır ve çocuklar sadece biraradalığı tanıdıkları için dünyaya hiç yabancılık duymazlar. Kuş ve ağaç birdir onlar için. Duvar ve pencere bir. Bütün sorun, araya gizlice bir şey katabilmektedir. Gerçekte hiçbir şeyin tek başına anlamı yok. Ah konuşmanın anlamsızlıklardan doğduğunu bir anlasak. Onları yeni baştan toprağa dikip suladım.

Bir süre kanımın gelgitinde sallandığımı algıladıktan sonra yatağımda doğruldum. İşte o zaman, odamın ucunda, pencerenin altında, dolapla duvarın yer çizgisi arasında bir altın külçenin parıldadığını gördüm. Bunu bir an çok olağan bulduğumu unutmuyorum. Olağanüstü değildir şaşırtan. Bir yandan da, beynimdeki düş zembereğinin bir aksaklığa uğradığını, az sonra bu imgenin yok olacağını düşünüyor, bilincin acelesinden ya da düşün tam zamanında yitmekte gecikmesinden ötürü ortaya çıkan bir tür Araf'ın gerçek varlığını tanımaya çalışıyordum. Araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir, insan, cennetle cehennemden başka bir şey olsun istemiştir. Yaşamla ölüm arasında da böyle bir yer vardır. Karşıtlık yaratır onu, zaman yalnız orada işler, yaşamda ve ölümde değil. sürekli ile süreksizin arasında düştüm kaç kez. Durmak da, yürümek de şaşırtıcı idi.

Hiç istemeden kendini bana yakalatmış gizli bir dünya idi bu. (Sonraları bu dünyayı kaç kez gördüm, kaçırdım ve her görüşümde hasta düştüm. Belki de delilik budur, çünkü kimseyi inandıramazsınız, herkes sizden uzaklaşır. Oysa hepimiz o dünyada yaşamaktayız, ama "söz"ün yetersizliği bizi yenik ve mutsuz düşürüyor. Bir gün gerçek "söz" bulunacaktır.) Eskiden beri bildiğimiz iki gizsiz dünya, düş ve gerçek, arasında bir geçiş bozukluğu idi bu yeni dünya ile karşılaşmamaın nedeni. Çünkü ilk sayı "üç"tür. Ah ne duvarlar, ne pencereler, ne denizler, ne bahçeler, ne bitkiler, ne hayvanlar vardır, hem tanıdık hem ilk. Birinden ötekine geçilirken, en beklenmedik olanla karşılaşılır. Sokakları dolaşmayı sevdim. Değişme sonsuzdu. Öyle ki, kimsenin geçmediği sokaklar buldum.

Altın külçesinin parıltısı gibi ağırlığı da olmalı idi. Ağırlık, ölümün yaşlanmasıdır. Bir ölüyü bir kaç kişinin zar zor taşıyabildiğini unutmayalım. Dünya da gitgide ağırlaşıyor. Kıyamet, dünyayı artık taşıyamayacağımıza ilişkin bir tür önsezidir, bir tür geriye dönüş, bir anı. Kıyameti dört gözle bekliyorum. Çünkü ondan sonra yaşadım. Asıl dünyayı yaratmanın mutluluğu! Ben senin çocuğunum!

Çarçabuk üstüne atılsam, yüzde yüz, altın külçenin ağırlığını da duyumlayabilecek, böylece de elimin ve kolumun kaslarına can katmış olacaktım. Bizi olağanlıkların öldürdüğünü unutma! Ama parıltının da önce yok olacağı korkusu beni bundan alıkodu. O durumda sadece ağırlığı yakalamam, bilincimi de, düşümü de içinden çıkılmaz bir güçlüğe sokacaktı. (Bence parıltı idi önemli olan.) Nitekim önce ağırlığın yok olduğunu sezdim, parıltı bir an daha, tek başına, şaşkın, ürkek (dünyada onun yeri yoktu ki!) sürdü. Öz niteliklerin tümü tedirgindir. Ama kıyamet onlara zarar veremez. Yakalım onlardan başkasını!

Ancak bu olayda iyi anlayamadığım, daha doğrusu, inanılmayacağını sandığım için saklamayı yeğlediğim bir şey daha vardı. Asıl unutamadığım da odur. Hatta ben onunla çok daha önce de karşılaşmıştım gibime geliyor. Hiç ölmedim ki! Altın külçemin içinde, artık parıltı olmayan, belki de bu parıltıdan habersiz bir bölüm, sakin, kahramanca, yaşanan bir bölüm görüyordum. Burnumun dibinde. O kadar yakın. Ruh değil, (ne gerek var ona), belki de özdeğin ta kendisi. Hem yeni, hem tanıdıktı bu yer. Nedenini bilmediğim bir sevinç kaplamıştı içimi. Sevincin öğretilmemiş olanı. (Sonraları onu yaratmaya nasıl da çabaladım!) Yaşayabilirdim artık. Ben burada değil, orada olmalıyım duygusuna kapıldım. (Her şeyi bu duygu bozdu, bütün duygular gibi). Dahası yuvarlaklaştığı kuruntusuna bile kapıldım. Kısacık bir anda ne çok şey yaşanıyor! Ah, ben dışardayımdır! Olanın olduğu ile olmayanın olmadığı karşıt değildir. Olanı olumlamakla olmayanı olumsuzlamak yalnızca yinelemedir. Bütün önermeler duvardır. Bir önermeyi yatsımak bizi başka bir önermeye çıkarıyorsa kurtuluş yok demektir. Sözü yakmakla olur kurtuluş. Çekmecelere kilitlediklerimizi arıyoruz.

Sonra yatağımdan kalktım, gidip az önce altın külçenin bulunduğu yere ayağımı sürttüm. Yanlıştı bu, biliyorum. O sırada çocuklar evlerine dönüyorlardı. Tanrım, bizi çocuklar dünyaya getiriyor! Elimi de tahta taban üzerinde gezdirdim. Bir ağacı okşar gibi. Kaç kuş geçti pencerenin önünden, sayamadım. Nereye gidiyorlar? Parmaklarımda altın tozları aradım. Önce, bir iki tanecik görür gibi oldum, ama buna pek inanamıyorum. Belki de çocuklar ve kuşlar kapışmışlardı bütün o zerreleri. Kuşlar neden sokaklardan geçerler? Anlayamamışımdır. Koca bir dünya bu! O sırada, sanki neden aldandığımı göstermek istiyormuşçasına, ikindi güneşi parlayıverdi. Ah bu aydınlığın ağırlıksızlığı! Bir imgenin yerini beyaz bir ışık almıştı. Bilincim bana bu ışığın gerçek olduğunu söylüyordu. Çünkü ikisi de aynı mayadan yapılmıştı. Yaratmaların çoğu böyle yarıda kalmıştır. Lanet olsun! Sırasında çekilmeyi beceremeyen düş ise, başka bir gerçeği kaçırıvermişti elimden.

Gölge ve ışığın ilk bulucusu Platon'dur. (Hellen güneşine zeytin diplerinden gölgeler getirerek.) Bundan ötürü çok acı çektiğini sanırım. Bir olanı ikiye ayırmak acı vericidir. Mağarada doğduğum için bilirim, gölge ve ışık aynıdır. Gölge olmazsa, ışık da olmazdı. (Oysa bunun tersini öğrettiler bize.) Ben gölgemden çıktım. Onun için gölgem uzayıp kısalır. Kemiksiz. Platon, ışığı dışarda bırakıp gölgeyi mağaraya tıktı. Ne yanlış!

Güneşi her gün görüyorduk, öldürdüğü çocukları, nerde sakladığını bilemediğimiz kısır karısı, umutsuzca yeniliği (öyle ki, bu bir yenilik bile değildi, önü ardı kesik kalmaya yargılı olduğu için), zorunluluğu altındaki dayanılmaz bunalımı, her zaman koparılmış saçakları, yerini hep boş bırakan uyruksuz sopası, aynalara bakamayan kirpiksiz gözleri, düş bilmediği için hastalanmayan koca ciğeri, ayrımsız bir dünyadaki mutsuz kızı, orada burada unuttuğu saatları, dakikaları, saniyeleri, kömürü, dumanı, kokusu, soluğu ile. Pencerelerden giriyordu sesler gibi. Gerçi her gece düş de görüyorduk, ama düşlerin ölçülebilir bir niteliği yoktu. Onların hızını bulan hiçbir bilim adamı yetişmemiştir. Kaç saniyede, kaç imge geçer düşte? Hız ölüme yakın bir şeydir. Hızı ölçülemeyen düşler tam bir bilgiye elverişli değildir. Zamansız bir toprağın çocuklarıdır onlar. Başkaldırmaktır ödevleri. Başkaldırmadan yaşanamaz çünkü. Gece düşünde, ertesi gün sarhoş olacağını gören Mevlana, ertesi gün içmiş, sarhoş olmuş. Biz ancak uyanıkken gördüğümüz dünyaya inanıyoruz. Bana hiçbir şey gelmez ki! Herakleitos, "O hiçbir şey bilmez, gece ile gündüzün aynı olduğunu da" demiş, Hesiodos için. Ne geceden günü, ne de günden geceyi çıkarabildim. Payım yoksa ben de yokum. Ama Tanrı'ya hiç özenmedim. Yerinde sayan güneş, seni nasıl da çember içine aldık!

Gerçekte deneyim ve deney denli hiçbir şeye inanmamışımdır. Kaç kez denedim taşın düşüp düşmeyeceğini. Hatta ateşin yakıp yakmayacağını da. Bana ne yazılanlardan. Onlar sadece gün ve gecedir. Ah mağara, mağara! Benim bilgeliğim sensin! Engizisyon mahkemelerinin, insanları ateşe atmaları, bilime inandıklarından değildi. Tam tersine, onlar bilim adamlarını, düş görenleri, güneşi satılığa çıkaranları, suyu yakanları ve göğü toprağa karıştıranları yakıyorlardı. Maddeye inanmadıkları halde bunu yapmaları, kısaca dinsizliktir. Anlaşılıyor ki, kilise, öteki dünyaya, ruhun ölümsüzlüğüne de inanmıyordu. Çünkü ruhu yakmak için bir ateş bulamadı. (Bu ateş çok sonra bulunmuştur.) Sıcakla soğuğun aynı olduğuna kim inanır! Sayı şaşırttı bizi. Eskiden sayı yoktu, nitelikler de. Yalnızca yaratma vardı. Ah geride kalan mutluluk! Ben de soğukta kaç kez çıplak dolaştım, üşüdüm. Neden üşüdüğümü bilemem. Hiçbir şey bilmem ki! Belki ateşte ısınmaya alıştığımdandır. Ölülere elimi sürdüm, toprak gibiydiler. Buna ölüm denebilir mi? Çiçek büyütülebilir bir ölümün etinde. Ama bu iş için bir canlıyı seçmenin daha doğru olabileceği kanısına vardım. Bunu kendimde deneyemezdim, kimseyi inandıramazdım, çıbanlarımdan kokrup kaçarlardı. Kısacası, ben bir bilimseverim.

Altın külçenin önce ağırlığını, sonra parıltısını yitirmesi, elbette canımı sıkmıştı. Oysa güneş ışığı orada, köşede vurup duruyordu. Her şeyin benden "önce" olduğu düşüncesi, beni sadece şaşırtmakla kalmaz, varlığımdan kuşkuya da düşürür. Güneş doğmadan önce uyansam (kaç kez yaptım bunu, develer cıgara içiyorlardı), ayaklarımı nasıl unutabilirim. Çocuklarımız bizden önce vardı. Akıl konusunda ise, insan hazıra konmuştur. Küçük sinirlerimden biri titrese, düşünceler bulurum. Söz ondan da eskidir. Ama kutsal kitabı onunla başlatanlar bilmiyorlardı bunu. Kulağa değil, ağza önem veriyorlardı. Duymadır ilk olan. Kral Midas'a bunu Apollon öğretmişti, o ise eşek olduğunu sandı. Hayvanların en büyük korkusu insan olmaktır. Bunca acıyı nasıl barındırdım. Tümü mutlu ölen hayvanlar birbirlerini tanımazlar. Bense başkasını tanırsam kendime acıyorum. Yanyana duruyoruz. Elden ne gelir ki! Başkasını yaratmak gerek. Başkasını yaratmak gerek.

Ben gerçi ikindi olduğunu düşünmüştüm, ama birara kuşkuya düştüm bundan. Saatıma bakayım dedim, akrebi yok olmuştu. Yelkovan, yarış bittikten, seyirciler gittikten sonra, aklını kaçırdığı için koşuyu sürdüren bir atlete benziyordu. Kimse doktor getirmeyi düşünmemişti. Deli, döndüğünü bilmiyordu, boyuna ileri gittiğini sanıyordu. Varacağı bir yer varmış gibi. Bildiği yerlerden birinde düşüp ölecekti.

Akrep, bir gevşemeden ötürü vidasından çıkmış olsa, camın altında bir yere düşerdi. Ne dar bir dünya! Gene de bir akrep ortadan yitiveriyor. (Kaç kez bulamadım kendimi.) Yelkovana oynanmış acı bir oyundu bu. Belki de o, akrebi bulacağım derken kendisine yetişecekti ve yalnızlıktan kurtulduğunu sanıp ikileşecekti. Hem saniye, hem dakika olacak. Çocukluğumda yere düşünceye dek dönerdim, bir yandan da bilinmeyen sözler söylerdim. Uzun süre unuttum onları, sonra yeniden buldum. Yaratma budur. Sanki bilinmez bir dildendi. Bütün çocuklar anlarlar o dili. Sonra anımsamaz olurlar. Ama bir gün bakarsınız, ağzınızdan saçma, anlamsız bir söz çıkıvermiş... başınız döner. Şiir, başdönmesinden başka nedir ki! Anlaştığımız dilleri bulana lanet olsun! Ağacın çok eskiden başka bir adı vardı. Yalnız o bilir. İnsan, doğayı kırbaçlayıp susturdu. Bu oyunu ona oynayan güneştir. Körlüğümüzün öğretisi.

İyice baktım, sarstım saatı, hayır, akrep yoktu. Sadece yelkovana bakarak ikindi mi, yoksa sabah mı olduğunu anlamak ise olanaksızdı. Dışarda dünya eski özgürlüğüne kavuşmuştu. Oynamak istiyordu, ama ısınan duvarlar bunu engelliyordu.

Karanlık bastı mı, mağarada toplanırdık. Saatımız yoktu. Bu yüzden de, ortada odun ateşi yakardık. Altın gibi parıldardı, ama o zaman altın daha maden olmamıştı. Geyiğin yağı damlardı ateşe. Kokusu taş duvara ruhunu çizerdi. Bu ruh yeniden geyik olurdu ertesi gün, ateşimizin üstündeki yerini alırdı... Ölümsüzlük, korkusuzluk günleriydi öğünler. Uzaklardan yırtıcı hayvanların bağırışları gelirdi. Karanlığa bağırırlardı. Barabbas gibi. İsa bu yüzden geldi. Ama biz korkmazdık ki... Analarımız, babalarımız, kızarmış eti parçalarlardı geyiğe benzemiş elleri ile. Herkesin saçı uzundu.

Kaç yüzyıl sonra, kim bilir, saçlarından asılmış bir adam görmüştüm, ayaklarının ucu azıcık değiyordu yere, bu yüzden saçları kopmuyordu; ya da adam, kafasının derisi soyulmasın diye boyuna yere değmeye, böylece de yaşamaya çalışıyordu. Acı çekerek de olsa yaşıyordu, buydu önemli olan. Sanki unutmuştu saçlarını, hayaller kuruyordu; ayak parmakları ile yere değdikçe, tanrı Ante gibi, yeniden güç kazanıyordu. Mutlu ve mutsuz geceleri vardı. Ölümsüz bile buluyordu kendini zaman zaman. Sevinç bir gelip bir gidiyordu.

Bir gün de, bir başka acı çekeni gördüm, hiç belli değildi acı çektiği. Çünkü acıyı akıl yönetmez, ortadan kaldırmaz da, beslemez de. Acı insana sonradan verilmiş yaşama gücüdür. Eskiden, yaşamak için ruh gücüne gerek yoktu. Ruh, yalnızlığın akrebidir.

Bir gün de bir yalnızı gördüm, yalnızlık nedir anlamadım. Yalnız olan, gerçekte yalnız değildir, saldırıya uğramış bir insandır. Eskiden saldırıda yoktu.

Sonra dişlere benzeyen insanlar gördüm, topraktan çıkmış. Birbirlerini parçalıyorlardı. Parçalama, seviden daha güçlüdür. Çünkü akıl, doğar doğmaz ölen bir böcektir. Delilik bu böceği her gün yeniden dünyaya getirir. Bunları birbirlerinden ayırmak insanın erincini yok eder. Bir gün de bir insan gördüm, insanın bir tür olmadığını anladım. Hiç bir benzerlik yoktu. Türler sonradan yaratılmıştır. Bu da bana cesaret verdi. Bütün inançlarımı sorguya çektim. Yok edebilecektim kendimi. Böylece var edebilecek de "Horatio bana bir şey söyle!"

Geyik yarım kalırdı. Ne kadar uyuyacaktık, ne kadar uyurduk, kimse bilmezdi ki! Her akşam şaşardık neden uyuduğumuza. Hele çocuklar uyuyunca, analar ağlamaya başlardı. Ama o zaman gözyaşları yoktu, sadece ses vardı. Sesin nasıl olup da göze geçtiğini ve damladığını bir türlü anlamamışımdır. Bu yüzden olacak, analar (çünkü çok anamız vardı) saçlarını yolarlardı. Babalar dişlerini karıştırırlardı. Dışarıda ağaçlar devrilirdi.

Gerçekte uyku ve uyanıklık birdi. Ölmek ve yaşamak bir. Geceden günü, günden geceyi yaratırdık. Acıkma geyiği diriltmek içindi. Taşları topladın mı, yağmur geliverirdi. Bakışımızla yakardık ateşi. Bir yılan bulduk mu, yüzde yüz ay çıkardı. Şaşıracak hiçbir şey yoktu. İşte, olsun! Bunca kolay. Ne zengindik ama. Sonra tümden yoksul düştük. Bunu ansımam için yüzyıllar yaşamam gerekti. Ah, bütün dünyayı yaşadım.

Saatlara hem akrebi, hem yelkovanı koyma buluşu, gerçekten şaşılacak bir buluştur. İki yıldızı gökten çalıp bir camın altına kapamak kolay iş mi! İlk anda sadece akrepli bir saatın bu işi görebileceği düşünülebilir, ama akrep o kadar ağır yürür ki, biz onun yürüdüğünü göremeyiz, oysa zaman bunca yavaşlığı kaldırmaz. Hız onun var olma sahteciliğidir. Utancından, ölümü yarattı. Yelkovandır bizi zamana inandıran. Güneş saatları edilgendi. Zamanı, dönüş sanmak (ya da tersi) aldanmaların en büyüğü. Aldanmalar çoğaldıkça arttı bilgimiz. Ama yelkovan sadece yürümesini bilir, nereye doğru gidiyoruz, umurunda değildir. Sonra saatımın akrebi yerinde olsaydı da, diyelim beş buçuğu gösterseydi, bunun ikindi mi, sabah mı olduğunu nasıl anlayacaktım? Bu gibi delice meraklar, sayıların bizi şaşırtmasından doğar. Ben sayı saymaya "iki" ile başladım. Sağ elime "sol elim", sol elime "sağ elim" demeyi öğrettim kendime. Aynaya, görüntümü yitirecek gibi bakmayı buldum. Nesneleri olmayan adlar attım ortaya. Nice düşüncemi bulutlar gibi rüzgâra bıraktım. Tümü eksiktir bu yüzden. Onlardan birkaçı ile kimi gün yüz yüze gelirim de tanıyamam. Belki de bütün düşünceler benimdir. O yüzden korkunç bir bıkma duygusu yaşadım, hep yeni bir şey aradım. Her kar yağışta buldum sanırdım. Sağanaklar mutluluğun en gerçeğini tattırdılar bana. Oysa kendi başına bir dünya içindeki özgürlüğüm öldürüyordu beni. "İki" nin "bir" olmasını istiyordum. Zincire vurulmuş bir dünya. Oradan oraya gidiyordum. "Ben" in varlığı alay gibi geliyordu bana. Her şeye baştan başlanmalı idi. Bunu daha sonra anlatacağım.

O zaman yatağa hangi gün girdiğimi düşünmeye başladım. Günleri saydım, sırasız sayılarla. İkide bir duruyordum. Ne kadar azdılar! Ancak " yedi" beni gökyüzüne inandırır gibi oldu bir ara. Demek onu yaratabilirdim. Yoktan. Başka nasıl inanılabilir!

Şunu da ekleyeyim; akrebin yok oluşuna sevinmiştim. Aldanmaktan kurtuluyordum böylece. Yalnız yelkovanla yaşamak hoşuma gitmişti, ikindi ve sabah umurumda değildi. Yelkovan ve akrep ikilisinin kıskacından kurtulmuştum. Yelkovanın hızından yararlanan akrep, her işi kendisinin gördüğü gururu içindedir. Bundan ötürü de ağırdan alır. Akreple yelkovan hiçbir şeye benzetilemez; ancak saat, küçük çocukların, çok küçük çocukların, insanlara merakla, dik dik bakmalarını ansıtır. Bu bakışı bir de ağlamaklı köpek yüzlerinde görmüşümdür. Büyük yanılgı elbet bir gün ortadan kalkacak. İnsanların ilk yenecekleri korku, ölüm korkusu olmalı. Ölüm, deniz kıyılarındaki rüzgârlara benzer; ya da dağ yollarındaki kurumuş çeşmelerin ablak yalaklarına. Öldükten sonra neler yapacağımı düşünüyorum. Bunu bana, saçlarını sarıya boyatmış bir zenci ansıttı. Bir gün akreple yelkovanın işini birarada görecek tek göstergeli bir saat elbette bulunacaktır diye çok düşünmüşümdür. Sonra, hangi yüzyılda, sanırım yirminci yüzyılda (buradaki yirmi sayısı yanlıştır) böyle bir saat yapıldı idi. Ama bunun ne denli gereksiz olduğu üç yuzyıl içinde ortaya çıktı. Çünkü sorunun özü yanlıştı. Zaman ortadan kaldırıldı. Yok edilecek şeylerin başında idi o. Şimdi çamkese böceği gibi, karıncaların yediği zararlı bir şeydir.

Altın külçenin silinip gitmesinde, akreple yelkovanın büyük etkisi, hattâ suçu olduğu kanısındayım. "Ölmek, uyumak, belki de düş görmek..." diye yazdı Shakespeare. Ne yanlış! Demek ölünün düşlere daldığına inanıyordu. Buradaki benzetmenin yanlışlığını bir yana bırakalım, uyumak, düş görmek ancak uyanmakla bir anlam kazanabilir. Ölüler uyumadıkları, düş görmedikleri için yaşamanın çaresini bir türlü bulamazlar. Çünkü yitirilemeyen altın külçe düşü, onlar için bir gerçek olur çıkar artık. Bir gerçeğin düşünü sonsuzca görmek ise, gerçeği yadsımaktan başka anlama gelmez. Ben hem ölüm, hem yaşam olmak isterdim hep. Bunda az buçuk başarım olmadı değil. Benim saatımda akreple birlikte yelkovan da yok olsaydı, altın külçenin gerçeğini daha iyi anlayacaktım. Çünkü tümden ölmüş olacaktım. Beni yelkovan kurtardı ölümden. Bir gün de, az kalsın, uykumda ölüyordum. Nedense korkunç bir savaşım geçti aramızda. Çünkü ben sese alışmışımdır, aklım ancak gürültü içinde dinginliğini bulabilir. Evrende aklın yeri olmadığını bundan iyi hiçbir şey gösteremez, çünkü evren sessizdir. Niçin?

Ölmediğimi anlayınca telefona sarıldım (telefon vardı o zaman), bir arkadaşımı aradım, ona saatı sordum. Sorumu yanıtlayacağına, "Altın fiyatları yükseliyor" dedi. Savaşın habercisi imiş bu. (O zaman savaş diye bir şey vardı.) Ben, saatımdaki akrebin yok olduğunu söyleyince de, "Yelkovan nene yetmez" dedi. Telefonu kapadım. Altın külçenin yerindeki güneş ışığı yer değiştirmişti. Akrepsiz saatıma baktım, belki uyuma vakti gelmiştir diye geçirdim, içimden. Oysa uyanalı şurada ne olmuştu daha! Her şeyi yitirdiğimi anladım. Bu bir umutsuzluk değildi, çok iyi biliyorum. Alışkanlıklarımın yer değiştirme istenci idi. Az sonra güneş büsbütün çekilecekti belki, belki de odanın içi görülmedik bir aydınlığa boğulacaktı. Artık ikisi de birdi benim için. Çünkü aydınlık ve karanlık birdi. "Altın külçeyi bir daha görememek..." O benim her şeyimdi. Gerçekte ise uyanmak, bize dinlenelim diye verilmiştir. Yoksa düşlerin ağırlığı altında beyin çarçabuk tükenir. Ölüm uyumaksa, büyük bir işkence demektir. Cehennem uyumaktır.

Altın külçe olayı, sanıyorum, çocukluğumda geçmişti başımdan. Altın nedir? Altının ne olduğunu öğrenmek için çok okudum; okudukça kafam karıştı, işin içinden çıkamadım. Önce şunu diyeyim, sıradan bir maden değildir o, maden bile değildir. Onda doğa'nın bir gizi saklı sanıldı yüzyıllarca. (Oysa aklın bir gizi idi bu, doğada giz yoktur.) Tanrılar ona çok düşkündürler. Sarayları ve eşyaları altındandı. (Bunun nedenini çok sonra anladım), Poseidon'un deniz dibindeki sarayını görmediğim için bir şey söyleyemeyeceğim. Tanrıların en akıllısı Poseidon'du, Yalnızca denize inanmıştı. Yazık ki, bu olağanüstü bulgu, zenginlerin eline geçti. Oysa altın zenginleri sevmezdi, hiç sevmedi. Onun ne olduğunu anlatmağa yaklaştığım zaman şiirimi bitireceğim. Çünkü şiir sadece yaklaşabilir, sonra görünmez olur. Onun gözleri, bizim gözlerimize benzemez.

Tanrılara öykünen zenginler, altın tabaklarda yemek yemeği sevdiler. Altınla akıl, birbirlerini yerlerdi. Bunu anladıkları için tanrılar altın çağından demir çağına geçtiler. Bir zengine kızarlarsa, onun her tuttuğunu altın eylerlerdi. Böylece bu göz alıcı madeni, bir işkence aracı durumuna soktular. Yalnız altınla kalan insan çıldırıyordu. (Ah, başka bir akıl gerekliydi!) Bu ışın, yedi rengi yok ederek tüm dünyayı ateşe veriyordu. Şeyh Bedreddin'in, düşünde gördüğü cehennem, altından başka bir şey değildi. Gerçekte ise, düş ve altın bir hamurdan yapılmadır, insanoğlu, düşlerine egemen olabilseydi cehennem kalmayacaktı. Tanrıların altın tabaklarda yedikleri ambroisa ve altın kupalarda içtikleri nektar onları zehirledi, yok etti.

Altının atomsal ağırlığı 79'dur. (80 ölümdür onun için.) Tuhafı şu ki, doğada ilkel durumda bulunur. Bu bizim için büyük bir fırsattı, dünyayı yeniden kurabilirdik. Oysa altına maden olma eğilimini aşıladık. O da, gümüşün ve daha başka madenlerin yardımı ile zar zor sürdürdü yaşamını. Hep damarlar, küçük danecikler olarak bulunmaktan hoşnut değildi. Buna karşın Avustralya'da o da bir kez, 350 gram ağırlığında bir külçe altın bulundu. Biri düş görürken ölmüştü çünkü, düş dışarda kalmıştı. Gerçekte Avusturalya, dünyaya başka dünyalardan gelmiştir. Bu dünyada neyin bu dünyalı olduğu ise kesinkes söylenemez. Kuşlara bakın, konacak yeri çok ararlar. Rüzgârın bir tüneği olmaması da bundandır. Bizim konuğumuzun yanlışlığını gösterir bunlar. Her şeye baştan başlayacağız.


Melih Cevdet ANDAY










9 Kasım 2015 Pazartesi

Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup

Susmanın su kenarındayız bugün
ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-
korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey
korkuyoruz
sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-
ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
bir yokuştan bir yokuşa sürekli
- nereye?
- bilmem ki

Ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda
alkol sesleri
dağlarımızda, içdenizlerimizde
ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki
yerine saplanıyor bir sürahi
pencereler şaşkın
perdeler bir uzak yol kadar uzun
ve balkon
kendi dudaklarında şimdi
donmuş bir tavus kuşu
bir tavus kuşu yontusu belki
ne tuhaf
demin de aşağıdan bir bando geçti
sormak isterdim sana
bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey
bir bando şefinin uykusu
nasıl bir uykudur ki hilmi bey
ne kötü
elimde bir çiçekle yaz geçti.
ve bugün
çepçevre oturduk masanın başına gene
bezik oynadık hilmi bey -her gün oynuyoruz ya-
giysisiz, sadece kombinezonlarımızla -öyle işte-

Oda çok sıcaktı -lal renkli çini soba-
seniha korse takıyor, yahudi matmazel
nerdeyse çıplaktı -terliyor terliyor terliyor-
ve cemal bir köşeden bize bakıyordu
bakmıyor gibi bakıyordu
durmuyor gibi duruyordu da
benim anlamadığım işte bu
dün dudağını kesti çarşıda
kırmızı bir balıkla oynuyordu
öptü bir ara balığı -neden-
öperken dudağını kesti
balık da kırmızıydı, kan da
ve balık yüzerekten geçti -gördüm iyice-
dudaklarından
durdu cemal gibi biraz ötede
durmuyor gibi durdu
ağlamadı, hiçbir şey söylemedi
bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi
yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de
melekler dişi midir hilmi bey
dişidir diye tutturdu
yani ben..
öyleyse neyim
elimde bir yapma çiçekle.

Adım cemile ya, çok seviyorum adımı ben
çocukluğudur insanın adı
cemal şimdilik cemal’dir -evet, öyledir-
benimkisi bir anımsama -cemile-
cemal – cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi
ezilmiş iki vişne
ve akşam
akşam ki sallanacak hamağını buldu
buluyor
sular menekşelendi hilmi bey
karpuz lambanın altında
yorgunum biraz -bütün gün içtim-
hepimiz içtik
cemal odasından çıkmadı hiç
tangolar çaldık üstüste
eski tangolar -bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
ben pencereden bakarken
kimseler ölmemişti
ölüm diye bir şey yoktu ki hilmi bey
var mıydı?-
yüzümden bir şeyler aktı aktı
içim de menekşelendi hilmi bey
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor.
nedense odasına kapandıkça cemal
soyundukça soyunuyor yahudi matmazel
hırslı bir dişi gibi
ester, diyorum, ester
gülümsüyor hafifçe
bir başka gülümsemeyi karşılar gibi
öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi
hilmi bey
tam öyle
hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor
üç kişi kalıyoruz birden
yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz
parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında
içimde bir soğukluk
dışımda bir begonya.
karanlık iyice dışarısı
rakımızı bitirdik -üçümüz-
cemal odasından çıkmıyor
birazdan ester de gelecek
koltuğa çökecek, bir sigara yakacak
gene bir haç gibi olacağız dördümüz
bir evin içinde kocaman bir haç
kutsal değil, kirli
coşkulu değil, kırık dökük
sevinçle çekeceğiz onu kendimize.

Edip Cansever

6 Kasım 2015 Cuma

Yaz Yadırgaması


sanıyorum bu gelen hüzünlü bir yaz olacak

öyle ki bütün akşamları hüzünlü

dutları ve karpuzları kavruk

sevgilim, dutları ve karpuzları kavruk

güneyden gelen adamların bile terlediği


ellerimin solgunluğundan anlıyorum bunu

ve zayıflığından bir bakıma

örneğin bankalar karşısında ilgisiz

silâh önünde durgun

ateş tutsa irkilmiyor buna karşın

aldığı her yaprak bozarıyor parmaklarında

sana dokunduğundaki soğukluk da bundan

yankılanan sesleri bile duymuyor

deniz bir kavganın anısı ve geleceği olarak

gitgide mavileşiyor damarlarında

sevgilim işte öyle bozarıyor, al sana


doğrusu ben de yadırgarım böyle yazları

her şey sözgelişi yerli yerinde ve rüzgârın hükmü yok

bir adam kalkıp bir yerden bir yere gitse

kılı kıpırdamıyor bir ormanın

ve çalman bir otomobilin çalışkanlığı

kelebek camı kaputu kaportası

hüzün vermiyor kimseye şimdilik

ve senin dudaklarında biriken kuruluk sevgilim

bu yazdandır


Turgut Uyar

Son Mektup



"Yakında seksen iki yaşında olacaksın.

Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın.

Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum.'

Son zamanlarda sana bir kez daha aşık oldum ve sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden.

Geceleri bazen, boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardında yürüyen bir adamın karaltısını görüyorum. O adam benim.

Cenaze arabasının taşıdığı ise sen.

Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum.

"Die Welt ist leer, Ich will nicht leben mehr"i söyleyen Kathleen Ferrier 'in sesini duyuyor ve uyanıyorum.

Nefesine kulak veriyorum. Hafifçe seni okşuyorum.

İkimizin de dileği, diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktı.

Birbirimize sık sık söylediğimiz gibi, olmaz ya eğer ikinci bir hayatımız olsaydı o hayatıda birlikte geçirmek isterdik.


ANDRE GORZ