24 Mart 2014 Pazartesi

Kış Gecesi Rüyası


Buldum buldum yıllardır kaybettiğim aynayı 
İşte en yaman çağımda ben yirmi yaşımda 
Çok var böyle tozpembe görmemiştim dünyayı 
Yeniden kavak yelleri esiyor başımda.

Mektepten kaçtığım o şahane günlerdeyim 
Daha ne derdi ne mihneti kapımı çalmış 
Hiçbir ders girmiyorsa kafama ben n'eyleyim 
Tam imtihan zamanı beni bir sevda almış.

Benim kumarda kaybettiğimi hayra yoran 
Aşkıyla avare olduğum komşu güzeli 
Kalbim atıyor elim titriyor heyecandan 
Alemde ilk aşk mektubumu yazdığım belli.

Hangi suya dalıp çıktın ki böyle güzelsin 
Kulun köpeğin olurum kapında istesen 
Tutkun gözümde gözümde leyla'ya şirin'e bedelsin 
Sen kısmetim, nasibim, başımın devleti sen.

Başımın devleti demeye bırakmadılar 
Düşürdüler aynayı sevdiğimin elinden 
Kış sabahları esen dinsiz imansız rüzgâr 
Lanet sana yirmi yirmi yaşın güzelinden.

(1 Şubat 1949)

Cahit Sıtkı Tarancı

21 Mart 2014 Cuma

Kukla



Tanrı, bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup 

can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen 
her şeyi dile getiremeyebilirdim ama en azından dile 
getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.


Eşyaların maddi yönlerine değil, anlamlarına değer verirdim. 
Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 
60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. 



İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır... 

Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. 
Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. 
Başkaları konuşurken dinler, 
çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.


Eğer, Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, 

yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, 
ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. 


Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi 
buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. 
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca 
Van Gogh resimleri çizer, 
Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.


Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan 
dikenlerinin acısını hissederek 
dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. 


Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... 
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara
onları sevdiğimi söylemeyeyim. 
Tüm kadın ve erkekleri, 
en sevdiğim insanlar oldukları konusunda 
birer birer ikna ederdim ve aşk içinde yaşardım.


Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının 
ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü;
insan aşkı bırakınca yaşlanır. 


Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı 
kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. 
Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil
unutma ile geldiğini öğretirdim.



Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. 
Tüm insanların, mutluluğun 
gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, 
dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.


Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken 
aslında onu kendisine sonsuza dek 
kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.


Sizlerden çok şey öğrendim. 

Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. 


Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. 

Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?" 


Johnny Welch

8 Mart 2014 Cumartesi

Nostalghia


Bagno Vignoni’nin delisi Domenico...

Domenico; 7 yıl boyunca ailesini dünyanın sonu gelecek diye eve kapatmış ve yerliler tarafından deli olarak görülen tuhaf adam...

Ailesini terk edince, evi giderek bir harabeye, suların biriktiği bir yere dönüşmüştü ve o sürekli geçmişte yaşamaya başlamıştı.

Hurdaya çıkmış bisikletinin üstünde pedal çevirir dururdu saatlerce,

hiç ilerlemediğini bile bile.

Çünkü bilirdi Domenico, her şey için uğraş boşa.

Uğraşmaya değer mi? sorunun cevabı hep boşluk kalan,

Birlik olma, birlikte olma çabalarımızın hep sonuçsuz kaldığının farkında,

Tekliğin, tek başınalığın özgürlük olamadığını bilen,

İnsanların etrafı görünmeyen duvarlarla çevriliyken, çatılar gökyüzüyle bağlantıyı keserken, sınırlar insanların birbirlerine dokunabilmesini engellerken,modern zamanlara ayak uyduramazken, tek çözüm yolunu kendini feda ederek yanmakta bulan adam...

Belki de mecazi bir yanmadır bu. Farkındalığa erişen insanoğlunun ulaştığı fildişi kulesi...

Bizim düştüğümüz çukuru aydınlatabilmek için cayır cayır yanan, avaz avaz haykıran deli bir adamın öyküsü...

Domenico'nun konuşması sırasında insan öyle çaresiz hissediyor ki kendini. Hepimizin başı öne eğiliyor ama birkaç deli ve bir köpek dışında hepimiz tepkisiziz hala çünkü gerçekleri kabullenemeyecek kadar büyük burunlarımız var.

Yapmaya çalıştığımız her şey aslında sabit bir bisiklet üzerinde pedal çevirmek, sadece yorulmak, yol alamadan.
Sonrasında ise şikayet ve acı, içe kapanışlar ve çürüyen bisikletler kaynayan sularda...
İçimizde kaynayan sularda kaybolan benliklerimiz..
Ne hayata dahil olabiliyoruz ne de soyutlanabiliyoruz büsbütün.

Tanrı karşısında diz çökmeyi reddederken bir insanın önünde çırılçıplak kalabiliyoruz.

Sınırlar içinde şeklini kaybeden ilişkiler yaşıyoruz, aşkı iki kişi olmak sanıyoruz.

Bir duvarın önünde rafta, bir saat, bir balkabağı ve bir çerçeveden fazlası değilken yaşam,

insanlar hayatımıza iznimiz olmadan ve duvarlarımızı delerek giriyorlar ve yine hiç haberimiz olmadan duvarlardan çıkıp gidiyorlar,

Biz ise sadece yaşam alanımızın ortasına diktiğimiz duvarsız kapılardan uğurluyoruz onları.

Duvarda tüm rasyonel ve pozitivist dayatmaların aksine 1+1=1 yazdığını fark edemiyoruz aşık olunca...

Bir damla bir damla daha iki damla etmiyor, daha büyük bir damla ediyor, göremiyoruz.

Öylesine yorgun ve meşguluz ki; yanımıza gelen kişi masayı devirmeden, öksürmeden farketmiyoruz.

Biz sağlılıklar ne trajedik hastalıklara kapılmışız ve hasta sandıklarımız ne kadar zinde.

Sezgisi, inancı, tutkusu kaybolmuş baykuşlar gibi ormanda birbirimizden habersiz geziyoruz.
Bir çiçek soluyor, ormanlar yakılıyor, gök kubbe tepemize çöküyor; biz hala göz alıcı giysiler ve kirli uğraşlarla oyalanıyoruz.
Ateşi bulduğumuz için koltuklarımız kabarıyor.
Oysa asıl ilerleme ateşin değil ateşte yanmanın icadıyla.
Domenico tarihin en büyük kaşiflerindendir bu yüzden.
O havuza elinde yanan bir mum ile girerdi ama kendisini boğacağından korkanlar, onu havuzdan çıkarırdı.
İnsanoğlunun kendine koyduğu en büyük sınır; matematiksel öğretiler.
Kendinden sıyrılıp O olmuyorsan, kendinden sıyrılıp Sen olmuyorsa, kendinizden sıyrılıp Biz olmuyorsanız, nedir ki aşk, nedir ki dostluk?
Hem canını canana bürümek değil miydi arkadaşlık?
Hayata onun gibi bakmıyorsan, o uykudayken sen kör olmuyorsan niye çarpar ki kalbin?
İnsanoğlu öylesine kopmuş ki birbirinden; kalabalık caddelerde birbirine çarpmadan yürüyor artık.
Kazara biri çarpsa, başka insanların da yaşadığını farkediyor.

Savaşlar, ölümler, kıyımlar her geçen gün bizi gerilere götürüyor.

Domenico simgesiyle o büyük meydanda kendini feda ederken, bunları haykırıyor işte Tarkovsky.
Fakat Domenico tüm bu hakikate rağmen neden hala deli sayılan bir adam?
Neden insanlar ondan bir şey öğrenmek yerine onu köyün delisi görüp aşağılıyor?
Çünkü insanoğlunun fıtratında kıskançlık var.

İnsanlığın yok oluşunun başlangıcı kıskançlığı keşfetmesiyle.
Manayı kaybedip maddeye boğulan materyalist dünya, bu yüzden Afrika’yı yerle bir ediyor.
Amerika bu yüzden yakıp küle çevirdi Kızılderililer’i ve Vietnam’ı.
Çünkü onlar doğanın sırrına ermiş durumda.
Kaybettiklerini onlarda görmenin hırsı kamçılıyor insanı.
Tıpkı kaybettikleri tüm değerleri Domenico’da gören Toscanalılar gibi.

Fakat bir adam çıktı ve onlara ‘siz sağlıklı değilsiniz. asıl hasta, asıl deli sizlersiniz’ diye bağırdı. Ve yanarak ispatladı erginliğini.
Tıpkı Hermann Van Riswik gibi, tıpkı Giordano Bruno gibi, tıpkı Hz.İbrahim gibi...



***

"İçimde hangi atam konuşuyor?
Hem aklımda hem de bedenimde aynı anda ayrılamam.
Bu yüzden tek kişi olamıyorum.
Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.
Fazla büyük usta kalmadı.
Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
Okul duvarları,asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere böceklerin vızıltısı girmeli.
Her birimizin gözlerini ve kulaklarını büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı.
Yapmamamızın bir önemi yok.
O isteği beslemeliyiz, ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi. Dünyanın ilerlemesiniz istiyorsanız el ele vermeliyiz.
Sözüm ona sağlıklıları sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız.

Siz sağlıklı olanlar!
Sağlığınız ne anlama gelir.
İnsanoğlunun bütün gözleri, içine daldığımız çukura bakıyor.
Özgürlük faydasızdır,eğer gözlerimizin içine bakmaya yemeye,içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!
Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler sözüm ona sağlıklı olanlardır.

İnsanoğlu dinle!
Senin içinde su, ateş ve sonra kül ve külün içindeki kemikler ve küller.
Kemikler ve küller!
Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken ben neredeyim?
İşte yeni anlaşmam : geceleri güneşli olmalı ve Ağustos'ta karlı.
Büyük şeyler sona erer küçük şeyler baki kalır.
Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli.
Sadece doğaya bak ve hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz yanlış tarafa döndüğün noktaya. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz suları kirletmeden.

Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!

Şimdi müzik.


Anne! Başının etrafında dolaşan ve sen güldükçe berraklaşan o hafif şey havaymış.
Müzik işe yaramıyor..."
***

Goncharov...

Huzurun ve mutluluğun nerede olduğunu bilmeyen bir adam.

Bir evle, aileyle, çocuklarla, bir ülkeyle yetinemeyen, inançlarını ve duygularını terk etmiş,tertemiz suları bulmak uğrana kendisi hariç her şeyi terk edebilecek bir şair.
Hiçbir vatanın ona vatan olamadığı bir şair...

Kendine, kelimelerden bir avuntu kalesi inşa etmiş ve oraya dolduruyordu çilesini.

Şairlerin mutsuzluğu bu yüzdendir zaten.Mutlu bir adam şair olamaz.

Şiir bütün memnuniyetsizliklere sadık kalır hep.

Goncharov'da mutsuzdu. Yıkıp geçmesi lazımdı mutluluğuna engel olan ne varsa.

Goncharov mabetlerden uzak dururdu hep. Çünkü inancını yitirmiş bir adamdı o.
Madem böylesine tepeden bakıyordu da dünyaya, neden dünyadan vazgeçmek istemiyordu?
Belki de ona bir mürşid gerekiyordu.
Masanın üstünde şişeler, zemine damlayan yağmur sularının şıpırtısı, suretinden daha kuvvetli olan imgeler,
Bir dolu hayaller ve gölgeler gerekiyordu.
Öncelikle şiirlerini yaktı. Bir şair için şiirlerini yakmak az şey değildi hayatından vazgeçmek kadar büyük bir kayıptı.
İşte şimdi soyunmaya başlıyordu Goncharov, hiçbir şeyin mani olamayacağı o hakikat dolu çıplaklığa.
Güzel kadınlar, lüks yaşamlar, soylu ortamlar yerine bir delinin peşine takılıp delirmeye karar verdi.
Hem kendini karartıp silik bir gölge gibi yığınların içinden geçmeden nasıl aydınlanırdı ki ruh?

İnsan, kendisini hakikate götüren yolda engelleyen her ne varsa ortadan kaldırmalıydı.

İşte Domenico’nun öyküsüydü bu ve Goncharov da bu öykünün ateşine atıp kendini pişecekti.

Evvela yitirdiği o önemli şeyi kazanmalıydı Goncharov, inancını.
Rüzgar, hava, ateş, su, toprak, kül, toz, duman.
Çayırlar boyu uzanan su sesleri, ağaçların uğultusu ve çiçekler, tüm ihtişamıyla doğa...
Asında inanmak için ne çok şey vardı yeryüzünde.
Yeter ki yaşamın Tanrı tarafından kendisine bahşedilen bir müjde olduğunu farketsin insan.
O zaman yıldızlara bakıp dileklerde tutmaktan öte yıldızların ardına ulaşmak istiyordu.

Goncharov tam da bu noktada duruyordu işte, bir yıldızın ucunda.
Dünya onu yere çekmek istesede, o yukarılara çıkmadan huzura eremeyeceğini biliyordu.
Bu yüzden şiir yazmayı bıraktı ve kendisi bir şiir olmaya karar verdi.

Gerçekler uğruna kendini feda etmeye bile izin vermeyen bir çağdayız.

Bu yüzden meydandaki heykelin üstüne çıktı Domenico.
Ve onun yarım kalmış işini tamamlamak Goncharov’a düştü.
Elindeki mumu havuzun sonuna kadar taşıdı Goncharov.
Domenico o heykelin üstünde cayır cayır yanarken, Goncharov sadık kaldı ona.

Domenico'nun verdiği mumu yaktı ve rüzgardan alevi koruyarak yavaş yavaş ilerlemeye başladı ama mum söndü.

Goncharov havuzun başına geri döndü, mumu tekrar yakıp devam etti ve biz bisiklet üstünde pedal çeviren Domenico'yu hatırladık.

Çabayı gördük ve başarıyı fark ettik.

Mum sonunda ulaşması gereken yerdeydi, Goncharov ise ötelerde. Tıpkı Domenico gibi...

Çok zor bir film bu.

İnsana çok ağır gelen gerçekler var ve müziğin bile işe yaramadığı zamanlarda yaşamak insanlığın insanlıktan çıkışının cezası...

5 Mart 2014 Çarşamba

Alemdağ'da Var Bir Yılan



"ah bu yasaklar! kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın devletine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar!...
yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamasak, yasaksız yaşayamazdık. halbuki, hayvanlar, hele ehlileri, yasaksız ne de güzel yaşıyorlar. hafif, cilve gibi, o da boğaz derdinden doğan zırıltılardan başka, gel keyfim gel yaşamıyorlar mı? yasakları kabul ettik. insanoğlu için, yasaklı hayvandır da diyebiliriz. mikroplar bile birer yasak değil mi? aşklar yasaktır. gün olur sular, yemişler bile yasaktır. insanlar birbirine yasaktır.
canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıftır; doktor yasağı. canım çekiyor diye içemem, kör-kütük oluncaya kadar, aklı boğuncaya kadar: karaciğer yasağı. canım çekiyor diye bir vapura binip haydarpaşa’ya, oradan da tabana kuvvet van’a kadar gidemem. yollarda geberirim... çarşıya inemem. çarşıyı allah kahretsin."


"Dostumu öldürdüm abi!" diyor. "Sakla beni."
Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simitin susamları kokan cebime girip kayboluyor.
"İsmin ne senin?" diye sesleniyorum cebime.
"Hidayet"
"Neden öldürdün, Hidayet?"
"Seviyordum be abi!"
"Nasıl seviyordun, Hidayet?"
"Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susam helvası satarım abi gündüzleri. Cebin de mis gibi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba, derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi. Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve içimde o yol göstermeyince aptal aptal bakardım. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden."

Sait Faik Abasıyanık