20 Eylül 2015 Pazar

Büyük Kavrulmuş


Büyük, kavrulmuş soy kırlar gelir aklıma hep, hep
tükenince insan dayanıklığım

Ağır bakır kalkanlarımızla, demir kargılarımızla döğüşüp
döğüşüp geri çekilince

Yorgun kollarımın en genç bir yerlerinde bir kan şeritleri
akmaya ince ince

Başlar yeni sulara kadar, hızla zamana, körlüğe, kötülüğe kutsal
tutsaklığım

Nedir senden başka kurtardığımız bu dengesiz savaştan, bu
yağmadan nedir

Senden gayrı, ey, bir içimi genç ormanları yüzyıllığa büyüten
diri su, senden

Eskimeden, küçülmeden; mutluluktan, özgürlükten, kuşakları
birbirine düğümleyen

Bir kadını, bir sesi, bir suçu, bir şeyi en çok o şey yapan güç
yalnız şendedir

Seni arayan sular, seni kışlar, seni adamlar, seni sonunda
bozulmuş ordularım

Sanki ay dökülür diri balıklara, sanki gümüş şeyleri güneşler
güneşler ışıtır

Yorgun kuşamlarımla, kanlarımla, gelirim, uzanır senin sabahlı
gecene yatarım

Bu donattığım savaş gemileri sana, dokuttuğum bu vurucu
ipekliler seni anlatır

Bu senin içindir, sabah ormanlarına, dağlara, balıklı göllere
açılan balkonlarım

Sen olmasan, yeryüzünde bu ağaçları, suları, bu büyük
kayaları bekletecek ne vardır

Turgut Uyar

15 Eylül 2015 Salı

Bir Misafirliğe



Bir misafirliğe gitsem 

Bana temiz bir yatak yapsalar 

Her şeyi, adımı bile unutup 

Uyusam 



Kalktığımda yatağım hala lavanta koksa 

Kekikli zeytinli bi kahvaltı hazırlasalar 

Nerde olduğumu hatırlamasam 

Hatta adımı bile unutsam 


Melih Cevdet Anday

5 Eylül 2015 Cumartesi

Kar Yangını


Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış?
Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen?
Bir uzun çan kulesi bembeyaz Samatya'da
Bir oğlan bir martıyla upuzun seviştiğinden

Yaslı bir kadın gibi gözleri kendine bakan,
Kendine baktıkça da çocukları olan hüzünden.
Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış,
Çıkarlar kar yangını her biri duyduğu yerden,
Yüzleri, saçlarıyla, bir de gözbebekleri,
Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden,
Birtakım dünyalarla önce ve güzel
Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden?
O yanık ikindiler, sonrasız loş gecelerden,
Üstlerinde bir sürü çocuk gözleri.
Tutuşurlar ne zaman karların ateşinden
Bir ölüm kadar şaştığımız onlar ve kendileri
Yani bu dünyanın en yılgın havarileri
Orada çan kulesi bembeyaz öldüğünden... 

Edip Cansever

Çürümenin Kitabı


...

ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI

Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü... Hayalperest bir budalalığın etkisi altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur, uçurumlar da... Yalanlardaki şiir, bir muammanın dürtüsü artık nerede keşfedilir?

Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın çocukluğunda bulunmaktadır hala; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır ... boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...

Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kafidir: Her şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur. Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çarpıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz olmasa, mekan buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzularımız, akmaktadır. Birazcık açıkgörülşlülük, en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı hayal etmemize imkiin veren o gülünç görünüşlü ümitlerden arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı bu güzergahın başlangıcıdır sadece... Zamanın fazla uzun olduğunu hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni sunmaktan çıkmıştır.

Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o: Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak. Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.

(Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkamaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.

Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?
Sıkıntı, o devasız nekahet...

Emil M. Cioran