26 Mayıs 2013 Pazar

Allegro


Kara bir günden sonra Haydn'ı çalıyorum
yalın bir sıcaklık kaplıyor ellerimi.

Tuşlar istiyor. Hafif çekiç vuruyor.
Tınlamalar yeşil, canlı ve sakin.

Tınlama özgürlük denen şey vardır, diyor
ve birisi imparatora artık vergi vermiyor.

Ellerimi Haydn ceplerime sokuyorum
ve dünyayı fütursuzca izleyen birini taklit ediyorum.

Haydn bayrağını kaldırıyorum - anlamı:
"Teslim olmuyoruz. Ama barış istiyoruz."
Müzik, taşların uçtuğu, taşların yuvarlandığı
camdan ev , yokuşun altındaki.
Taşlar , evi boydan boya geçiyorlar ,
tek bir çerçeve kırılmıyor ama.


Tomas TRANSTRÖMER

14 Mayıs 2013 Salı

Beş Yüz Günlük Fakirlik




Ağustos 1966 başlarında eşim Mercedes’le birlikte Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün elyazmalarını Buenos Aires’e göndermek için Mexico City’deki San Angel postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrúa’nın adresi yer alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik hesabını tamamlayıp şöyle dedi: “Borcunuz 82 pesos.”

Mercedes kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: “Bizde sadece 53 pesos var.”

Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir parçayı Buenos Aires’e gönderdik, bunları yaparken geriye kalanı yollamak için gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü, saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye veremezdik, zira yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir de evlendiğimizde Soledad Mendoza’nın Caracas’da armağan ettiği bir mikser. Ayrıca yalnızca evlenirken kullandığımız ve uğursuzluk getireceğine inanıldığından asla rehine vermeye cesaret edemediğimiz yüzüklerimiz vardı. Bu seferlik, ne olursa olsun Mercedes onları vermeye karar verdi, birer emniyet garantisi olarak.

Pazartesi sabahı ilk iş, zaten düzenli müşterileri olduğumuz en yakın rehinciye gittik ve bize –yüzükler hariç– ihtiyacımızdan biraz fazla bir para verdiler. Ancak postanede romanın geriye kalan kısmını paketlerken onu en yanlış şekilde yollamış olduğumuzu fark edebildik: baştaki sayfalardan önce sondaki sayfaları yollamıştık. Yine de Mercedes bunu hiç de komik bulmadı çünkü o asla kadere inanmamıştır.

“Şimdi ihtiyacımız olan tek şey,” dedi Mercedes, “romanın da kötü olması.”

Bu cümle bütün umutlarımı bağladığım ve bitirmek için birlikte mücadele ettiğimiz kitabımla geçen 18 ayın doruk noktasıydı. O noktaya kadar, yedi sene içerisinde dört kitap yayımlatmış ve Colombian Esso yarışmasında 3.000 dolarlık ödülü kazanan ve böylece ikinci oğlumuz Gonzalo’nun doğumunu karşılayıp ilk arabamızı almamızı sağlayanIn Evil Hour dışında neredeyse hiç para kazanamamıştım.

San Angel Inn tepelerinde bir orta sınıf evde yaşıyorduk; burası başka erdemleri yanında evin kiralanmasıyla kişisel olarak ilgilenen valiliğin başkâtibi avukat Luis Coudurier’e aitti. Altı yaşındaki Rodrigo ve üç yaşındaki Gonzalo, okulda olmadıkları zamanlar oynayabilecekleri güzel bir bahçeye sahiplerdi. Ben, Sucesos ve La Familia dergilerinin genel koordinatörüydüm, burada iyi bir maaşla iki yıl boyunca tek bir kelime yazmama görevimi başarıyla yerine getirmiştim. Carlos Fuentes’le birlikte Juan Rulfo’nun özgün hikâyesinden El Gallo de Oro’nun sinema uyarlamasını gerçekleştirmiştik. Yine Carlos Fuentes’le birlikte Pedro Páramo’nun son versiyonu üzerinde çalışmıştık. Chronicle of a Death Foretold’un ve Luis Alcoriza’yla birlikte Presagio’nun senaryosunu yazmıştım. Geriye kalan saatlerimde çeşitli işler yapıyordum, reklam metinleri yazıyor, televizyon reklamlarıyla uğraşıyor, şarkı sözleri kaleme alıyordum; böylece hayatımı idame ettirebiliyordum belki, ama hikâyeler ve romanlar yazamıyordum.

Uzun zamandır büyük bir roman yazma fikri aklımı zorluyordu; bu yalnızca o zamana dek yazdıklarımdan değil, okuduklarımdan da farklı olacaktı. Kaynağı olmayan bir çeşit terördü bu. Aniden, 1965 yılının başlarında Mercedes ve çocuklarımızla hafta sonu için Acapulco’ya gittik ve ben romanımın fikriyle öylesine meşguldüm ki neredeyse yoldan geçen bir ineğe çarpacaktım. Rodrigo bir mutluluk çığlığı attı: “Büyüdüğüm zaman ben de yolda inek öldüreceğim!”

Kumsalda rahat edemedim. Salı günü Meksika’ya döndüğümüzde içimde daha fazla tutamadığım açılış cümlesini yazmak için daktilomun başına oturdum: “Yıllar sonra idam mangasının karşısındayken, Albay Aureliano Buendía babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o uzak öğleden sonrayı hatırlayacaktı.” O andan itibaren, kendimi bir gün için bile bu heyecan verici rüyadan uyandırmadım, ta ki son satırda Macondo cehenneme yollanana dek.

İlk aylarda en iyi gelir kaynaklarıma tutundum, ama dilediğim kadar çok yazabilmek için gereken süreyi yaratmayı başaramadım. Sonunda, hayat çekilmez bir hal alana kadar, önem verdiğim isteklerimi yerine getirmek için gece çok geç saatlere kadar çalışır oldum. Adım adım, her şeyden vazgeçmeye başladım ve sonunda gerçek hayatın güvenilir sesi beni yazmakla ölmek arasında basit bir tercih yapmaya zorladı.

Seçim açıktı, ne de olsa sonunda arkadaşlarımızı bile usandırdığımızda, Mercedes her şeyle –her zamankinden daha çok– ilgilenmeye başlamıştı. Mahalledeki dükkânlardan ve köşedeki kasaptan hayal edemeyeceğiniz kadar çok borç almıştı. İlk ıstırap anlarından itibaren faizli borç senetlerinin ayartmalarına direnmiştik, ta ki cesaretlenip rehinciye ilk saldırıyı yapana dek. Gündelik eşyalardan gelen paranın geçici tesellisinden sonra Mercedes’in yıllar boyunca ailesinden aldığı mücevherlere dönmem gerekti. Dükkândaki uzman onları bir cerrahın dikkatiyle inceledi. Sihirli gözüyle küpelerdeki elmasları, bir kolyenin zümrütlerini ve yüzüklerdeki yakutları tarttı ve kontrol etti, en sonunda bir boğa güreşçisinin pelerin hareketiyle bize döndü: “Bunlar camdan başka bir şey değil!”

Gerçek kıymetli taşların ne zaman sahteleriyle değiştirildiğini kontrol etmek için asla hevesimiz veya zamanımız olmadı, çünkü esrarlı kara boğa fena saldırmıştı. Bu, kuşkusuz bir yalan gibi görünecek, ama beni en çok sıkıntıya sokan sorunlardan birisi daktilo için kâğıt bulmaktı. Daktiloda yazarken yaptığım dil ve gramer hatalarının yaratıcılıkla ilgili hatalar olduğuna inanmak gibi kötü bir alışkanlıkla yetiştirilmiştim ve onları her fark ettiğimde sayfayı çekip çöp kutusuna atıyor sonra da en baştan başlıyordum. Mercedes ev bütçesinin yarısını bir hafta dayanmayan kâğıttan piramitlere harcıyordu. Bu muhtemelen karbon kâğıdı kullanmayışımın sebeplerinden birisiydi.

Böylesi basit sorunlar o denli üzerimize çullandı ki çözümü engellemeyi başaracak cesarete sahip olamadık: yeni aldığımız arabayı rehine vermekti çözüm, çarenin hastalığın kendisinden daha ciddi olduğundan şüphelenmemeliydik de, çünkü zamanı geçmiş borçları küçültmüştük, ama iş kirayı ödemeye gelince uçurumun kenarında bulmuştuk kendimizi. Şansımıza, iyi arkadaşımız Carlos Medina kirayı bizim için ödemekte ısrar etti, hem de yalnızca bir ayı değil başka ayları da; biz arabayı yeniden alana dek. Onun kiramızı ödemek için arabalarından bir tanesini rehine verdiğini bundan yalnızca birkaç sene önce öğrendik.

Her akşam en iyi arkadaşlarımız bizi ziyarete geldiler. Şans eseriymişçesine beliriyorlardı ve kitaplar veya dergileri bahane ediyorlar, bize rastlantısal göstermeye çalıştıkları kap kap yemekler getiriyorlardı. Carmen ve Alvaro Mutis, bu arkadaşların en devamlıları, beni romanımın yazmakta olduğum bölümünü onlara anlatmam için teşvik etmeye uğraşıyorlardı. Onlar için acil ihtiyaç bölümleri yaratmayı becerdim, çünkü sahip olduğum bir boş inanca göre yazdığımla ilişkili konuşmak büyüyü kaçırırdı.

Carlos Fuentes o zamanlar uçmaktan çok korkmasına rağmen dünyanın yarısını geçip geldi. Onun eve dönüşleri yazmakta olduğumuz kitaplarımızı tartışmamız için daimi bir ortam sağlıyordu. María Luisa Elío baş dönmesiyle ve kocası Jomi García Ascot şiirsel heyecanıyla paralize olmuş şekilde, benim emprovize hikâyelerimi ilahi bir öneme sahiplermişçesine dinliyorlardı. Böylece onların ilk ziyaretlerinden itibaren kitabı onlara adamak konusunda hiç şüphem olmadı. Kısa sürede onların heves ve tepkilerinin romanımı aydınlattığını fark ettim.

Mercedes üç aylık kira borcumuzun biriktiği Mayıs 1966’ya, yani kitabıma başlayışımdan bir yıl sonrasına kadar, borç bulma taktiklerini benimle bir daha konuşmadı. Telefonda daha önce ona umut vermek için defalarca yaptığı gibi ev sahibiyle konuşuyordu ve aniden telefonun ağzına gelen kısmını eliyle kapattı ve bana kitabımı ne zaman bitireceğimi sordu.

Bir yılı aşkın pratiğimin sonucunda elde ettiğim ritimle, altı aya gereksinimim olduğunu tahmin ettim. Mercedes hesabını yaptı ve ev sahibine sesinde en ufak bir titreme olmadan şöyle dedi: “Altı ay içerisinde size her şeyi ödeyebilecek hale geleceğiz.”

“Affedersiniz, hanımefendi,” diye sordu ona ev sahibi, “O zaman borcunuzun inanılmaz bir toplam tutacağının farkında mısınız?”

“Farkındayım,” dedi Mercedes, hareketsiz; “ama o zaman her şeyi halletmiş olacağız. Endişelenmeyin.”

Adamın sesi, tanıdığımız en kibar ve sabırlı adamlardan birisi olan ev sahibimizin sesi, yanıt verirken titremedi hiç: “Çok iyi hanımefendi, sözünüz benim için fazlasıyla yeterli.” Hesaplamalarını yaptı:

“Parayı eylül ayının yedisinde ödemenizi bekliyorum.”

Yanılmıştı. Yedisi değil dördüydü; kitabın ilk baskısı için aldığımız beklenmedik çekle ödemeyi dördünde yapmıştık.

Kalan ayları toptan bir sayıklama içerisinde geçirdik. En yakın arkadaşlarımdan oluşan ve durumun farkında olan grubum bizi eskisinden sık ziyaret etmeye başladılar, hepsi de yaşamı sürdürme mucizelerini içeren hikâyelerle doluydular. Luis Alcoriza ve Avusturyalı eşi Janet Riesenfeld Dunning sık gelen ziyaretçiler değillerdi, ama evlerinde efsanevi partiler düzenlerlerdi, yanlarında arkadaşları ve film dünyasının en güzel kadınları olurdu. Çok sık, bizi görmek için bahanelerle gelirlerdi. Luis, İspanya dışında yaşayıp da Valencia’dakilere eş güzellikte tortilla* yapabilen tek İspanyoldu ve Janet klasik dans yeteneğiyle bizi bulutların üzerine fırlatıyordu. García Riera’lar, film fanatikleri, pazar akşamları bizi evlerine sürüklüyorlardı ve önümüzdeki haftayla yüzleşme deliliğinden kurtulmamızı sağlıyorlardı.

Bu noktada roman o kadar ilerlemişti ki kendime arkadaşlarımızın ziyaretleri esnasında yarattığım yalan hikâyeleri zenginleştirme lüksünü tanıdım. Bu hikâyelerin başkaları tarafından anlatıldığını sıkça duyardım ve ağızdan ağıza yayılmalarındaki hıza şaşırırdım.

Ağustosun sonunda romanın sonunun yaklaştığını gördüm. Karbon kâğıdı kullanmıyordum ve fotokopi makineleri de yoktu, bu yüzden elimde iki yüz sayfanın yalnızca orijinal halleri vardı. Pera’nın tanrılarının besiniydi bunlar, Esperenza Araiza, Cuauhtémoc’un varoşlarında şair ve filmcilerin kaldığı bir Drakula şatosunda yaşayan iyi bir daktiloydu. Boş zamanlarında Pera, Meksikalı yazarların harika işlerini daktilo etmişti ve bu işler arasında bazı Buñuel senaryoları da vardı. Romanın son halini daktilo etmesini istediğimde eserim düzeltmelerle doluverdi; önce siyah mürekkeple ve sonra karışıklığı engellemek için kırmızı mürekkeple. Ama bu, delilerle dolu bir kafese alışmış bir kadın için hiçbir şeydi. Eserimi merak edip okumadı yalnızca, aynı zamanda ödemelerim gerçekleşene kadar para almamayı da kabul etti.

Pera bir bölümü daktilo ederken ben çeşitli renklerde mürekkeplerden işaretlerle bir sonrakini düzeltiyordum – amacım metnimi kısaltmak değil, ona en yüksek seviyede yoğunluk kazandırmaktı ve sonuçta kitap orijinal halinin yarısına indi.

Pera düzeltilmiş üçüncü bölümün tek kopyasını eve götürdüğü sırada, otobüsten inerken sağanak yağmura kapılıp düştüğünü ve kâğıtların sokağa uçuştuğunu yıllar sonra itiraf etti. Diğer yolcuların yardımıyla ıslak ve neredeyse okunmaz hale gelen kâğıtları toplamış ve sonra onları evde ütüyle kurutmuştu.

Sonraki bölümler için düzeltmeleri tamamlamadığım bir cumartesi günü bu hikâyenin en duygusal olayını yaşadım; Pera’yı arayıp ona düzeltilmiş metni pazartesi vereceğimi söyledim. Uzun süren bir duraksamanın ardından bana Aureliano Buendía’nın Remedios Moscote’yle yatıp yatmayacağını soracak kadar cesur davrandı. Evet, diye yanıtladığımda, derin bir iç çekip rahatladı.

“Tanrıya şükür,” diye bağırdı ansızın, “bunu bana söylemeseydin pazartesiye kadar uyuyamayacaktım.” Daha önce ismini hiç duymadığım Paco Porrúa’dan neden o sıralarda olduğunu asla bilmediğim zamansız bir mektup aldım. Mektupta Editorial Sudamericana adına benden zaten aşina olduğu bütün kitaplarımın yayın hakkını istiyordu. Bunun üzerine kalbim kırıldı çünkü kitaplarım farklı farklı yayınevlerinde uzun süreli anlaşmalarla basılıyordu ve yayın haklarını devretmem kolay olmayacaktı. Düşünebildiğim tek teselli yayımı için kimseye söz vermediğim çok uzun bir romanı bitirmek üzere olduğum ve ilk bitmiş kopyasını kendisine birkaç gün içerisinde yollayabileceğimdi.

Paco Porrúa önerimi yolladığı telgrafla kabul etti ve bana avans olarak 500 dolarlık bir çek gönderdi. O zaman için ödeyeceğimizi söylediğimiz dokuz aylık kira için tam yetiyordu bu para ve benim kötü hesaplamam yüzünden, romanın nasıl biteceğini bilemiyorduk.

Pera’nın temize çektiği metin üç kopyasıyla birlikte iki veya üç hafta sonra hazırdı. Alvaro Mutis daha yazıcılara ulaşmayan son halini almış kopyanın ilk okuyucusuydu. İki günlüğüne yok oldu ve üçüncü gün kalpten gelen bir kızgınlıkla, romanımın arkadaşlarımı eğlendirmek için anlattıklarımdan ve kendisinin de arkadaş çevresine zevkle aktardıklarından başka bir şey olduğunu keşfetmiş halde beni aradı. “Senin yüzünden bir budala gibi görüneceğim,” diye bağırdı. “Bu kitabın senin bize anlattığınla alakası yok.”

Sonra gülüp şöyle dedi: “Ayrıca söylemeliyim ki bu hali çok daha güzel olmuş.”

Romanın ismini o dönemde bulup bulmadığımı anımsamıyorum ve aynı zamanda romanın ismini nerede veya ne zaman veya nasıl düşündüğümü de. Arkadaşlarımızdan hiçbirisi bunu açıklığa kavuşturamadı. O zaman rica etsem hayali bir tarihçi bu gerçeği icat etme lütfunda bulunabilir mi acaba?

Alvaro Mutis’in okuduğu kopya postayla iki parçada yolladığımız kopyaydı ve diğerini de Buenos Aires’e yaptığı yolculuklardan birisinde yanına “garanti” olarak almıştı. Üçüncü kopya Meksika’da zor zamanlarda arkamızda duran arkadaşlar arasında dolandı. Dördüncüyü Barranquilla’ya yolladım ki romanımın çok sevdiğim üç kahramanı onu okuyabilsin: Alfonso Fuenmayor, Germán Vargas ve Alvaro Cepeda (kızı Patricia onu hâlâ bir hazineymişçesine saklar).

Kitabın basılmış kopyası elimize ilk ulaştığında, yani 1967 Haziranı’nda, Mercedes ve ben Pera’nın fazla fazla işaretli kopyasını yırtıp attık. Bunun en değerlisi olduğunu bir an için bile düşünmedik, bu kopyada üçüncü bölüm yağmur ve ütü izlerinden zar zor okunabiliyordu. Kararım masum veya alçakgönüllü değildi; kopyayı yırttık ki kimse benim gizli edebi marangozluğumun izlerini keşfedemesin. Dünyanın bir köşesinde başka kopyalar da vardır belki, özellikle de Editorial Sudamericana’ya ilk edisyon için yollanmış iki kopya. Ben her zaman Paco Porrúa’nın onları ilahi kalıntılar olarak gizlediğini düşünmüşümdür. Ama o bunu reddediyor ve benim için onun sözü altındır.

Yayınevi bana ilk prova kopyalarını yolladığında onları aldım ve onur konuğu Luis Buñuel’in açgözlü merakını doyurmak için Alcoriza’ların evinde düzenlenen partiye götürdüm. Alcoriza’nın yaptığımız konuşmadan çok etkilendiğini görüp provaları ona adamaya karar verdim: Luis ve Janet için, tekrarlanmış bir ithaf ama tek gerçek olanı: “Onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarından.” İmzamın [“Gabo”] yanına tarih attım: 1967. Tekrarlanan imza ve tırnak işaretlerinin orada olma sebepleri Alcoriza ailesine yaptığım önceki bir ithaftı.

On sekiz yıl sonra, Yüzyıllık Yalnızlık kariyerinde başarıya ulaştıktan sonra, birisi Alcoriza’nın evindeki olayı anımsadı ve ithaf yazılı prova baskılarının bir servet edeceğini söyledi. Janet onları sandığından çıkarttı ve herkes ona bu sayfaları satıp fakirliklerini anında sona erdirebilecekleri konusunda şakalar yapana kadar odadakilere gösterdi. Alcoriza çok tipik bir davranış sergiledi ve göğsünü iki yumruğuyla döverek öfkeli ve yüksek sesiyle ve korkunç İspanyol azmiyle bağırdı: “Bir arkadaşımın bana ithaf ettiği bu hazineyi satacağıma ölürüm daha iyi.”

İlk seferinde kullandığım aynı kalemi çıkarttığımda herkes alkışladı ve on sekiz yıl öncesinin tarihini taşıyan ithafın altına şöyle yazdım: “İspatlanmıştır, 1985”. Ve bu 180-sayfalık belgeyi imzaladım, yine elimde 1026 düzeltmeyle ve ilk seferki gibi: Gabo.

Luis Alcoriza 1992 yılında inzivaya çekildiği Cuernavaca’da öldü. Janet altı yıl sonra ölene dek çevresinde az sayıda arkadaşıyla orada yaşamayı sürdürdü. Aralarında en sadık kişi Héctor Delgado’ydu ve Janet onu resmi vârisi ilan etti. Bir Amerikan üniversitesi geçenlerde kendisine kitabın prova kopyası için 521.300 dolar teklif etti.

Bu hikâyede adil olmayan tek şey Luis ve Janet’nin son yıllarını bir sandığın dibinde zamandan ve güvelerden gizlenmiş yüzbinlerce dolarla geçirmiş olmaları, çünkü onlar yenilmez İberli asaletleriyle arkadaşlarının, onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarının armağanını satmayı düşünmezlerdi bile.


 Gabriel Garcia Marquez

Genç Werther'in Acıları





Tanri biliyor ya! Çogu zaman bir daha 

uyanmama istegiyle hatta bazen bir daha 

uyanmama umuduyla yatiyorum yatagima; 

sabah gözlerimi açipta günesi gördügümde 

içerliyorum. Ah keske suçsuz biri olsaydim da 

suçu havaya, öbür insanlara ya da basarisiz girisimlerime 

atabilseydim, o zaman 

bu isteksizligimin dayanilmaz yükü yari yariya 

hafiflemis olurdu. 

Vay halime! Fazlasiyla hissediyorum ki, 

bütün suç yalnizca bende -hayir suç degil bu - 

bütün mutluluklarin kaynagi 

kendi içimde gizliydi bir zamanlar, 

simdi ise bütün kederimin kaynagi gizli içimde, 

iste o kadar. 

Bir zamanlar duyumsamalarin bollugunda yüzen, 

adim basi bir cennetle karsilasan, 

sevgisiyle bütün dünyayi kucaklayabilecek yüregi olan 

o kisi degil miyim ben artik? 

Simdi bu yürek ölü 

içimden hiç bir cosku yükselmiyor artik, 

gözlerim kurudu ve insani ferahlatan 

gözyaslariyla artik canlanmayan duygularim, 

korkuyla alnimin kirismasina neden oluyor. 

Çok aci çekiyorum; çünkü yasamimin biricik coskusunu, 

çevremde bana dünyalar yaratan 

O kutsal o can veren gücü yitirdim; 

o güç yok oldu...

GOETHE

3 Mayıs 2013 Cuma

Çağrılmayan Yakup



I

Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi.

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü
Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu
Onlar işte hep boyuna koşuyordu
Birileri çıkıyordu ordan burdan

Hiç çıkmamak halinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup!
Yakubun olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
Yakup, Yakup!
Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum
Lambayı söndürmesinler, geliyorum
Siz bütün lambaları yakın, evet
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Ve kendine bilinmeyenler yaratan Yakubum ben, iyi ya
Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya
Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum
Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde
Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum
Bir ölünün günü boyayan renginde
Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar
Kayalardan dondurmalar sorduğum
Ben, yani Yakup, Yakubun hiç çağrılmamış şekli
Kim bilir ne diyordum
(Kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına
Bir baykuş tarafından
Ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu
Ben ne oluyordum.)

Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı
Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
Bunu Yakup söyledi
Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense
Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
Kızgın kağıtların üstüne
Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu
Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen
Oluyordu ve bir de
Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
Kendimi koruyordum
Bunu bana Yakup söyledi
Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği
Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup
Ben
Bunu hep biliyorum
Bunu hep biliyorum ve işte
Özgürüm, cezasız duruyorum.

II

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Telaşlı, açgözlü kurbağalara
Bakmaktan geliyorum. Ben sanki Yusuf
Ve Yusuf değil
Her gün bir tahtaboşta asılı duruyorum
Ve durmuyorum. Ben işte Yakup
Yok artık karıştırmıyorum.

Taş merdivenleri ağır ağır çıktım, bunu ben böyle yaptım
Eski taş merdivenleri. Yanımdan bir sürü adam
Geçti ve kolayca gittiler
Müzik aletleri renginde ve pırıl pırıl gittiler
Yanan güneşin altında
Onlar ki.. onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
Yakup ve onlar nasıl olsunlar. İşte ben taş merdivenleri
Kurbağalara bağlayan taş merdivenleri
Durmadan kendimle karıştırıyordum
Kimse beni tutup çıkarmıyordu
Vıcık vıcık taşlar duyuyordum ayaklarımın altında
Anlamsız, yapışkan bir yığın taşlar
Yoruldum! bunu sanki biri söyledi
Yakubun biri
Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Kendime bir isim düşünerek
Birden ki bir isim düşünerek kendime. Hayır bu kimse değil
Ancak gelebildim

Aşağıda bir luna park kımıldıyordu. Ah kurbağalara bakmam gecikecek
Luna park kımıldıyordu, hem öyle değil
Bu uyum korkunçtur Yakup
Bir yokluğun kımıldamaya doğru içinde
Ve sen ki böyle tanımlanırsan Yakup
Yakuup!
Bir şey ki seni çağırıyor, o şimdi ne olmalı
Gene bir Yakup olmalı bu, Yakup
Kurbağalara bakman gecikecek, bunu ben nasılsa söylüyorum
Nasılsa ben bunu bir kere söylüyorum
Günşse kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki
Adam içinden bağırdıkça dünya
Ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim
Bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp
Kan kalp
Kırmızı top
Yakıcı dönüşümler çıkaran
Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın
Öyle değil mi Yakup
Hemen hemen öyleydi, Yakup bunu söyledi
İyi ki söyledi. Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Şimdi bir kurtarabilsem ayaklarımı
O benim ayaklarımı.. taşlardan
Bir kurtarabilsem
Saat on ikiyi gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Bir zamansızlığın Yakuba doğru içinde
Saat on yediyi ve yirmi biri
Gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Her saniyedeki ve işte her saniyedeki
Ben, yani Yakubun o dağılgan şekli
Nerdeydim.

Bilmem ki. Bir avukat benim ellerimi tuttu. Gözlüklü bir kadındı bu, iyi mi
Kim bilir bir çağın neresinden burada. Anlaşılması
Yoktu ki. Kendine özgü bir duruşu
Yoktu ki. Pek güçlü kolları vardı yalnız
Ne diyordum, ben işte Yakup
Çekiverdi beni taş hamurun içinden
Pek öyle gürültüyle değil
Bir başka yapışkanlığın içine
Çekiverdi beni
Göğüsleri pek hoştu, ipekli bir giysinin altındaydı onlar
Sonra elleri ve kalçaları pek hoştu
Kılların ve bütün oynak yerlerin ölümlere doğru içinde
Bacaklarıyla bir şeyler bir şeyler bir şeyler yapıyordu artık
Onu ben çok iyi görüyordum. Ama çarşaflar, öyle bir takım kıpırdanmalar araya
giriyordu
Engelliyordu bizi
Ter içindeydik. Ellerimden çekiyordu. Ter içindeydik
Beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi Ben'i
Ter içindeydik
Terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik
Üstümüzde ölgün ve kararsız su tanecikleri bulunan
Biz Yakup
Biz gözlükten, taş hamurdan ve beyaz çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış
Kurbağalara geldik.

III

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum
Yazı makineleri, kağıt sesleri
Ben oradan geliyorum.

Önce bir kenarda durdum, hiç kimse beni çağırmadı
Sonra bir yer bulup oturdum. Hadi bir sigara içeyim dedim
Olmaz, dedi mübaşir kılıklı kurbağanın biri
Belli ki yeni tıraş olmuştu, bana yakasından bir kopça eksik gibi geldi
Öyleyse peki, dedim, ayağa kalktım, şöyle bir duvara dayandım
Bu kez de duvarlarda sanki duvarca bir sözdizimi
Olmaz ki, Yakup!
Peki Yakup ne yapsın, bu aklımdan bile geçmedi
Herkesin durduğu bir yere gittim. Ben Yakup
Ya onlar kimdi
Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum
Biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekçe bir yere oturmuş
Onu ben duyuyordum
Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu
Ve "Yakup" sesini ancak anlıyordum. Yakubun ötesinde
Birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum
Anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için
Sonra bir şey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
Ben, yani Yakup
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Diye düşündüm ya ben
Ben, yani Yakup
Bütün gücümle bunu bağırdım
Ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar
Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
Daha başka yerlerime de baktılar
Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı
Sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. Şimdi
Hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim
Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri
Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar
Bağırdım, bağırdım, bağırdım
Tanrının ayak izleri!
Tanrının ayak izleri!

IV

Kurbağalara bakmaktan geliyorum. Ben Yakup
Bunu Yakup söyledi
Yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde
Gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim
Bir kırlangıç onu kirletmese
Ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben
Onları hiç sevmem
Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
Ve biraz da çarşılar
Ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
Bitmesin
Çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
Kirli ve eski
Bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
Onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
İntiharlara doğru büyüyen içinde
Ben, yani Yakup
Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
Açgözlü, mor kurbağalara
Akşama doğru birdilim ekmek yiyeceğimbelki
Bir bardak da süt içeceğim. Sonra
Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
Ben
Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup
Uyumak istiyorum.

Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.


Edip Cansever