3 Şubat 2014 Pazartesi

Manastırlı Hilmi Bey'e Mektuplar


I. Mektup

“işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben

işte şu begonya, işte yalnızlık

işte su damlacıkları, alnımda kollarımda

işte yok oluşumdan doğan kent

hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız

ben dediğim koskocaman bir oyuk

koltuğun üstünde, aynadaki yansıda

bir oyuk! sofada, mutfakta, yatağımda

yaşamayı tersinden kolluyorum sanki

yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi

bir iki saatte bitiyor bir mevsim

iyi

bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu

salıyı gösteriyor.




salondaki büyük saati sattım

saatin ölçebileceği

herhangi bir zaman parçası yok

gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim

bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama

ne gereği var ki saatin

balkona çıkıyorum sürekli

yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece

bir semtin ilk rengini alıyorum

örmeğin ümraniye’de bir çay bahçesindeyim

bazen

anılardan anılara bir yol

ve

anılardan anılara sallanan bahçe

hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor

iyi.




yeniköy’de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah

bu sabah bu sabah

oralı olmadı kimse -pazartesi miydi-

oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde

nasıl?

güllerse güller içinde yani

ve balkon demirinde bir martı. dedim ki

deniz şuralarda bir yerde olmalı

çıt yok

sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı

ve göklerden tepelere inen bir sokak

ya da bir akarsuyum ben

denizse

şuralarda…

yok önemi bir iki gün kaldı -martı-

balkonda

deniz de öldü sonra, martı da

iyi iyi.




suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi

günler -seni anımsadığım zaman-

birden kurtuluş’tan taksim’e giden bir tramvay görüntüsü

mavi bir elektrik çakımı tellerde

sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı’ndayız

karlar gıcırdıyor ayaklarının altında

besbelli gümüşsuyu’ndayız. rus lokantasındayız

-ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz-

şarap içmişiz, üşüyoruz

ikimiz ikimiz ikimiz

böyle birkaç defa ikimiz

sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey

nasılsa

sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa

sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben

üşümüyorum da

bende herkes var, diyen bir kızın titrek

sesleri dökülüyor kucağıma

dudaklarım kan mavisi bugün.




biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz.

biz burada kırk yaşındayız hepimiz

dördümüz bir kişiyiz de ondan

içimizden biri uyuyor olsa, falan filan

onu bekliyoruz bir kişi olmak için

evet evet, yanılmıyorum ben

bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim

doğrusu ya

yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor

duvardaki vitray, begonya

begonya, vitray

kurtuluş’la asmalımescit birbirine geçiyor

bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım

karanfil kokuyorsa biraz

yeni koparılmış bir demet karanfilim ben

saçlarım soğuk ve uzun.




ne diyordum? yağmurlar, evet

üşümüyorum ürperiyorum sadece

biçimini zorlayan bir kedi gibi

dur biraz

kapı çalındı, hayır telefon

telefon kapı telefon

ikisi birden mi yoksa

yoksa

ne telefon ne kapı

bir şimşek sesi hiç olmazsa

o da değil

ses filan duymadım ki ben

yuvarlandıkça büyüyen

bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki

iki sesi taşıyan bir ses

neden olmasın

biraz önceki gibi

üstümden biri kalkmıştı -yok canım-

öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi

yer değiştiren gezgin bir gölge

bahçedeki ceviz ağacından

içeri sürüklenen.”




II. Mektup


susmanın su kenarındayız bugün

ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-

korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey

korkuyoruz

sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-

ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz

bir yokuştan bir yokuşa sürekli

- nereye?

- bilmem ki




ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda

alkol sesleri

dağlarımızda, içdenizlerimizde

ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki

yerine saplanıyor bir sürahi

pencereler şaşkın

perdeler bir uzak yol kadar uzun

ve balkon

kendi dudaklarında şimdi

donmuş bir tavus kuşu

bir tavus kuşu yontusu belki

ne tuhaf

demin de aşağıdan bir bando geçti

sormak isterdim sana

bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey

bir bando şefinin uykusu

nasıl bir uykudur ki hilmi bey

ne kötü

elimde bir çiçekle yaz geçti.

ve bugün

çepçevre oturduk masanın başına gene

bezik oynadık hilmi bey -her gün oynuyoruz ya-

giysisiz, sadece kombinezonlarımızla -öyle işte-




oda çok sıcaktı -lal renkli çini soba-

seniha korse takıyor, yahudi matmazel

nerdeyse çıplaktı -terliyor terliyor terliyor-

ve cemal bir köşeden bize bakıyordu

bakmıyor gibi bakıyordu

durmuyor gibi duruyordu da

benim anlamadığım işte bu

dün dudağını kesti çarşıda

kırmızı bir balıkla oynuyordu

öptü bir ara balığı -neden-

öperken dudağını kesti

balık da kırmızıydı, kan da

ve balık yüzerekten geçti -gördüm iyice-

dudaklarından

durdu cemal gibi biraz ötede

durmuyor gibi durdu

ağlamadı, hiçbir şey söylemedi

bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi

yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de

melekler dişi midir hilmi bey

dişidir diye tutturdu

yani ben..

öyleyse neyim

elimde bir yapma çiçekle.




adım cemile ya, çok seviyorum adımı ben

çocukluğudur insanın adı

cemal şimdilik cemal'dir -evet, öyledir-

benimkisi bir anımsama -cemile-

cemal - cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi

ezilmiş iki vişne

ve akşam

akşam ki sallanacak hamağını buldu

buluyor

sular menekşelendi hilmi bey

karpuz lambanın altında

yorgunum biraz -bütün gün içtim-

hepimiz içtik

cemal odasından çıkmadı hiç

tangolar çaldık üstüste

eski tangolar -bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı

ben pencereden bakarken

kimseler ölmemişti

ölüm diye bir şey yoktu ki hilmi bey

var mıydı?-

yüzümden bir şeyler aktı aktı

içim de menekşelendi hilmi bey

gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk

hiçbir yere gitmiyor.

nedense odasına kapandıkça cemal

soyundukça soyunuyor yahudi matmazel

hırslı bir dişi gibi

ester, diyorum, ester

gülümsüyor hafifçe

bir başka gülümsemeyi karşılar gibi

öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi

hilmi bey

tam öyle

hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor

üç kişi kalıyoruz birden

yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz

parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında

içimde bir soğukluk

dışımda bir begonya.

karanlık iyice dışarısı

rakımızı bitirdik -üçümüz-

cemal odasından çıkmıyor

birazdan ester de gelecek

koltuğa çökecek, bir sigara yakacak

gene bir haç gibi olacağız dördümüz

bir evin içinde kocaman bir haç

kutsal değil, kirli

coşkulu değil, kırık dökük

sevinçle çekeceğiz onu kendimize.





III. Mektup


yaşamaya yerleşiyor seniha

kendi yaşamına

-güvercinsiz bir avlu mu? olabilir

sırları dökülmüş bir ayna?-

oysa çok geçti

yıllar yıllar yıllar

her geçen yıl elinde sanki

yıprak, filizi yıllar

'şey' sözcüğü gibi bağıntısız




ağaççileği gibi durduğu yerde bir ezinti

piyano tuşları -tek tek bakıldığında-

çarçabuk bir göz atıldığında aynntısız -beyaz-

yıllar

seniha

gözlerinin altı uzun menekşe.

dün korkuttu beni -bazan oluyor-

kocası izmir'de yaşıyor, karşıyaka'da

sahici bir ayrılığın dikişini dikiyor seniha

mavi mavi

usul usul yani

kocası -ben sevmedim hiçbir zaman-

ikizini bulmuş diyorlar. seniha aldırmıyor pek ,

aldırmıyor da

pudralar, kremler tiksindiriyor onu

bu yüzden bohemya kaseyi kırdı dün sabah

saçlarını kesecek oldu

sonra da sustu sustu sustu

akşama dek

hüzünler acılaşıyor hilmi bey

geceler katı ve parlak

- ansızın yere düşen

laciverdi bir kestane sesi-

acılar da acılaşıyor gittikçe

sanki

bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi

ödünç alıyorum seni bazen

çoğu kez geceleri

niye almayayım -kaç güz geçti-

islak kaputun gibi kokardı güzler

seni sevdiğimi unutmuşum hilmi bey

seni de unutmak istiyorum artık

unutmak! ama nasıl

sözgelimi çok hızlı oynuyorum beziği




içkiyi çabuk çabuk içiyorum

her şey bir hıza dönüşüyor -çoğu zaman-

odamı giyiniyorum

odamı soyunuyorum

yerlerini değiştiriyorum eşyaların

dışarı çıksam, bir tramvaya binsem

bir durak ötede hemen iniyorum

boynumdaki annemden kalma kolye

-pembe bir buğu, uçup gidiyor-

bazan koparıyorum, yeniden diziyorum

gökyüzünde kalın sırça ben

dünyaya tutuyorum kendimi, bakılıyorum

nedense hep böyle sanıyorum

'nerdesin, akşam oldu'

biraz anımsıyorum

sen bahçe kapısından girerken

bir kendim gibi caddelerdeyim

zamanın minesi soldu hilmi bey

demeye getiriyorum.

geçenlerde nisuaz'a gittim

cemal'e birlikte

hasır koltuklara oturduk

dışarda kar serpeliyordu, iki elma, külde pişirilmiş

giderek küçülüyordu -gözleri cemal'in-

kahveyle konyak içtim

cemal tarçın içti, konuştu biraz

herkes bana bakıyor, herkes bana bakıyor, herkes

bana bakıyor -bana öyle geliyor-

bacaklarım -işte!- güzeldir çok

aralık kapıdan kış kokusu doldu içeriye

ürperdim -işte!- omuzlarım da güzeldir

ama ben

kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye

uzaktan uzağa gözgözeyim

uzaktan uzağa öpüşüyorum

uzaklarda biriyle sevişiyorum

erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben

evet evet öyleyim

hiç değilse öyle olmalıyım

her neyse..

az sonra muhassen geldi -tanımazsın-

kurtuluş'ta, aynı caddede oturuyoruz

sevişmenin gölgesi gibidir yalnızken

düşünmenin dişisi

evini işletiyor -bana ne bundan-

konyak içiyor o da

sonra bir konyak daha

kıpkırmızı gülüyor -gülsün, iyi-

bütün gövdesiyle gülüyor

bende gülüyorum

vitrinlerdeki kesme bardaklar

şarap şişeleri, bir gemi resmi

gülüyor durmadan hepsi

karşıda bir ev, kırk odalı sanki

her odada bir boy aynası

her boy aynasında

beyoğlu'nun bir parçası

durmaksızın gülüyor

yağan kar hemen eriyor yere düşer düşmez

gülmüyor, gülümsüyor

makyajını tazeliyor muhassen

kalkıp gidiyor

acının kış ayları, diyor birdenbire cemal

içine çekilip de soğuktan

oyuncağını orda bulamayan

bir çocuk gibi

-evet, hiç çocuk olmadı cemal

olmayacak da-

kalkacağız birazdan

acının kış ayları

ne yapsam belirsizim.

eve dönüyoruz -soldu minesi zamanın-

bugün de bir şey yaptık

tam kapıdan gireceğiz

uzakta bir laterna sesi

bir kadın ağlaması

pencereden sarkıtılmış bir sepet

sepette bir karnıbahar patlaması

sarı elmalar

içeri giriyoruz

bu kapı hiç değişmez mi, diyor cemal

bu kapı

ve her şey.


Edip Cansever