29 Ağustos 2015 Cumartesi

Ivan Karamazov

...

Rahip Alyoşa : Dimitri sana babamızı öldürmek istediğini söyledi mi?

Ivan Karamazov : Bir keresinde, ani bir öfkeyle onu öldürebileceğini söylemişti.

Rahip Alyoşa : Tanrı korusun.

Ivan Karamazov : Neden? Bir iblis, diğerini yok edecek ve her ikisi de bunu hak ediyor.

Rahip Alyoşa : Ivan, çok mutsuz olmalısın.

Ivan Karamazov : Çocukları seviyor musun, Alyoşa?

Rahip Alyoşa : Evet.

Ivan Karamazov : Peki hiç fark ettin mi, ne çok insan çocuklara eziyet etmeyi seviyor? Sana bir anne 
ve babadan bahsedeyim. Yüksek bir mevkide, saygıdeğer, eğitimli insanlar. Ve beş yaşındaki kızlarından nefret etmeye başlıyorlar. Onu dövüyor, tekmeliyor, kamçılıyorlar ve bunu neden yaptıklarını bilmiyorlar. Başı ayakları yara bere içinde. Gittikçe daha mükemmelleşiyorlar. Gitmesi gerektiğinde bunu söylemiyor diye… Çocuğu tuvalete kitliyorlar. Tüm yüzüne pislik sürüyor ve onu, kendi pisliğini yemeye zorluyorlar. Ve çocuğa öldürene kadar bu işkenceye devam ediyorlar. Ve ben şimdi soruyorum: Bu şuursuz şiddete neden izin veriliyor?

Çünkü başka türlü, insan iyiliğin ve kötülüğün farkına kavrayamazmış, öyle mi?

Haydi diyelim yetişkinler acı çekebilir, ama Tanrı aşkına çocuklar niye?

Peder Alyoşa : Neden bana soruyorsun?

Ivan Karamazov : Çünkü yaşadığımız dünyayı ben anlayamıyorum. Istıraplar var ama bu kimsenin suçu değil, çünkü hepsi bağışlanacak. Ama çocuklar neden acı çekmek zorunda? Biliyorum ki, Mahşer günü, dünyadaki ve cenetteki herkes birleşecek ve bağıracak: “Sen haklısın, Tanrım!” Ve o küçük kız, kirli yüzünü yıkayacak onu öldüren ailesini affedecek.

Ama ben bunu istemiyorum. Onları affetmemeli. Bu yüzden; Tanrı'nın cennetini reddediyorum.

Tanrı'yı tanımayış nedenim bu Alyoşa… Ona giriş biletini geri vermekten çok mutlu olurdum.

Peder Alyoşa : Fakat Ivan, böyle yaşayamazsın. Öyle bir güç var ki her şeye dayanabilir.

Ivan Karamazov : Neymiş o güç?

Peder Alyoşa : Karamazov'ların alçalma gücü. Her şey hoş görülebilir mi?

Ivan Karamazov : Öyle ve olmaya da devam edecek. Bunu asla reddetmeyeceğim. Ama sen beni bu yüzden reddedeceksin.

...

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka



Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar

Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Hiçbir şey ! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında

Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla

Dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık

Menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara

Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur

Her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir

Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla

Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor

avuçlarım”

Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma

Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına

Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık

Nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan

olmalarıyla-

Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin

Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin

Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park

bekçisinin

Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi

sallanaraktan


Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda

aranan

Korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında

Korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe

ışıklarında

Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan

olmalarıyla

Korkunçtur korkunç!

Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum

ayrıca

Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi

Tüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini

Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla

Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz

inceliği

Ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi

Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi

Bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar

Birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır

gibi

Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya

Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.

Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız

Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına

Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında

Okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda

Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun

butlarında

Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız

Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan

olmalarımla


Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada

Anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma

Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar

Rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar

Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru

Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar

Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler

Zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar

Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar

Ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa

vurmalar

Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün

Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu

konuda

Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın

sonsuzunda

Bu kadarcık bir şey-İyi ya, peki, şimdi kim var sırada

Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza

Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla

Ne güzel ellerimizle.. Başlayın, hadi başlasanıza

Örneğin bir kahve falı ? Az müzik ? Diyorum biraz İskambil!..

Ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım

ayrıca

– Dört kişiyiz!

– Hayır on!.

– Bin kişiyiz!

– Bana kalırsa..

Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında

Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu bire bir

unutulmaya

Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz ? Ne tuhaf biraz

anlıyorum


– Üç karo!

– Pas diyorum!

– Susalım baylar, dört kupa!

Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz ? Susalım!

Susalım-Niye susalım-Anılar mı dediniz ? Ne sesli bir

vuruşma!

Ya sonra ? Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra

Gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada

Sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza

Yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla

Ne güzel ağzımızla.. Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada

olmayı istiyorum-Sahi mi- ama isterseniz siz olun

Siz olun, biz olalım kim olacak ? -Hep böyle oyalansanıza

Yani “Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.”

Gibi oyalansanıza

Biraz oyalansanıza.


Bir oyun başka olamaz oyundan gibi

Bir söz başka olamaz sözden gibi

Bir şey başka olamaz şeyden gibi

Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne gelir elimizden insan olmaktan başka


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar

Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum

Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda


Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız

Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere

Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda

Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta

Ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha

Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu

hiç bilmiyoruz

Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla

Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı

Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha

Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz

Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda

Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız

Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız

Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız

Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla

Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da

Demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda

Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz

bilmiyoruz ya

Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.



Edip Cansever

14 Ağustos 2015 Cuma

Kavşakta


artık gelince biliyorum, önceleri korkardım
şöyle ufak bir şey, sudan kaçmışayışığı
otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı
önceleri açılıp gider sanırdım herşeyi
her şeyi açılıp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa
menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa
şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya
örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum
tamam.

oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim
sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de
niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile
romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane
turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri
eskiden büyük adamlar geçmiştopuz gibiymiş her biri
(o koku)
hangi budala söylüyor artık bu sözleri
el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım
ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne beriyi
daha demin uyanmıştım, az önce, baktım
vakit akşam.

hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar
hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım
geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam
ben geldim gittim işe yaramayanşeyler topladım
kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan
dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman
bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım
ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım
kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle
derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey
anlatamam.

ilaç milaç bok püsür.
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.


Turgut UYAR

13 Ağustos 2015 Perşembe

Gelmiş Bulundum


Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever

6 Ağustos 2015 Perşembe

Hişt hişt !


Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

ukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

-Hişt,dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

- Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

-Buyur beğim, dedi.

-Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

- İyi değil, dedi.

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi "hişt" dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl? diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

- Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

- Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değilmi?

- Sen değil misin hişt hişt diyen?

- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Sait Faik ABASIYANIK

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Ariadne'nin Yakınması


Kim ısıtır, kim sever beni daha?
Sıcak eller uzatın bana!
Yürek mangalları uzatın bana!
Vurulup düşürülmüş çırpına çırpına,
can çekişenler gibi, ayakları ovuşturulan,
sarsılmışım, ah! Bilinmeyen ateşlerle yana yana,
sen peşimdesin, ey Düşünce!
Adlandırılamaz! Açıklanamaz! İğrenç!
Sen, ey bulutların ardındaki avcı!
Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle,
sen alaycı göz, dikmişin gözünü bana karanlıklardan!
Yatıyorum öyle,
kıvrılarak, çırpınarak, işkencesiyle
bütün sonsuz ezaların,
vurdun beni
sen ey zalim avcı,
sen ey tanınmaz - T a n r ı...
vur, daha derine vur!
Bir kez daha, haydi vur!
Kopar, parçala bu yüreği!
Niye bu işkence
körelmiş oklarla?
Neye göz koydun böyle,
usanmadın mı bu insan işkencesinden,
acı vermekten haz duyan Tanrı şimşeği gözlerle?
Öldürmek değil istediğin,
yalnızca eziyet, eziyet etmek mi?
Bana - niye eziyet ediyorsun,
sen, ey acı vermekten haz duyan tanınmaz Tanrı?

Ha ha!
Usul usul sokuluyorsun
böylesi gece yarısında? ...
Ne istiyorsun?
Konuş!
Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni,
Ha! Çok yaklaştın yanıma!
Soluğumu duyuyorsun,
yüreğimi dinliyorsun,
kıskanç seni!
- neden kıskanıyorsun beni?
Git! Defol!
O merdiven de niye?
İçeri mi girmek istiyorsun,
yüreğime tırmanmak,
en mahrem
düşüncelerime tırmanmak?
Utanmaz! Tanınmaz! Hırsız!
Ne çalmak istiyorsun?
Ne gözetlemek istiyorsun?
Ne işkencesi etmek istiyorsun?
Sen ey işkenceci!
sen - Cellat - Tanrı!
Yoksa köpek gibi,
taklalar mı ataydım karşında?
teslim mi olaydım, kendimden geçerek
sevginle - sırnaşarak?

Boşuna!
Sürdür batırmanı!
Zalim diken!
köpek değilim - avınım yalnızca senin,
zalim avcı!
en gururlu esirinim,
en ey bulutların ardındaki haydut...
Konuş artık!
Ey şimşeklerin ardına gizlenen! Tanınmaz! konuş!
Ne istiyorsun, ey Eşkiya... b e n d e n?

Nasıl?
Fidye mi?
Ne istiyorsun fidye diye?
Çok iste - böylesi yaraşır gururuma!
ve az konuş - böylesi yaraşır öteki gururuma!

Ha ha!
Beni - istiyorsun ha? beni?
herşeyimle beni? ...
Ha ha!
Ve işkence ediyorsun bana, delisin ya işte,
gururumu kırıyorsun işkencenle?
S e v g i ver bana - kim ısıtır ki beni daha?
kim sever ki beni daha?
sıcak eller uzat bana,
yürek mangalları uzat bana,
bana, yalnızların en yalnızına,
buzunu ver ah! yedi kat donmuş buz,
düşmanları bile
düşmanları özlemeyi öğreten,
ver, evet, teslim et,
ey zalim düşman
bana - k e n d i n i!

Kaçıyor!
Bu kez o kaçıyor,
tek yoldaşım,
en büyük düşmanım, tanınmazım benim,
Cellat-Tanrım benim! ...

Hayır!
gel geri!
bütün işkencelerinle birlikte geri gel!
Bütün gözyaşlarım
sana akıyor,
yüreğimin son alevi
seni aydınlatıyor.
Gel, geri gel,
tanınmaz Tanrım! A c ı m benim!

son mutluluğum benim! ...

(***)

Friedrich Nietzsche