22 Şubat 2015 Pazar

Büyük Saat




tarihi bir olmaz akış gibi,
oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım
sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin
bir ilkel eşitlikte buluştuk. (evrenin kendi kurduğu gecesini.)
ben! çocukları sevdim yaşadım. dünyaya alışmadım
kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz. hep
bunu duydum. bunu yaşadım. pastanelerde şurda burda.
oturdum emekli konsoloslarla iskambil oynadım.
emekli konsoloslar, kutu yapımcıları büyük pastanelere,
hamurkârlar, pabuççular, polis hafiyeleri, kesekağıtçılar
saraçlar, kurşun dökücüler, muhasebeciler, su yolcuları
şarkı düzenleyenler, saat tamircileri'..
şimdi tarihte saat kaç?



tarihi bir olmaz akış gibi,
tarihin yanlışı olmazdı biliyorum. olsaydı!
yanlışı olmaz gecikir. ancak. bir yapma incelik gecesinde
danteller ve tüllerle ve krizantemle ve
belki de bir maktupla lady montague'den
ve bayram şenlikleriyle. oysa ben, kış geldi
dağlara filan gittim. gözlükleri sevdim,
coin de feu'lü bankerler kullansın diye. incil'i ve
aquinolu thomas'ı okurken. ve titrek yaşlı kadınlar,
la dame aux camelias'yı dinlenme yurtlarında.
sırf bir haziran doğru çıksın diye,
oturdum, bütün bir kış dikiş diktim.
gözlükleri ve saatleri sevdim, okşar gibi sildim camlarını
okşar gibi siliyorum, gözlükçüleri ve saatçileri
saatime bakıyorum, hiç kızmıyorum, hiç kızmıyorum
biraz geri kalmış, düzeltiyorum.



tarihi yersiz bir akış gibi
geçmişte ve akdenizde çalkalanan. onaltı toplu kalyonlarda
hatalı bir sekstant gibi. kahramandır. başa çıkılmazdık. acırdık
cerbe dolaylarında ve celali dağlarında ve oralarda.
ve amasya'da. başının sözü edilirken şehzade mustafa'nın
ve hacı bektaş kulları bunalırken ve
mustafa kemal bunalırken amasya'da.
halk içinde bir büyük imkanı kaçırdık. ama
bütün cinselliğimle akdenizi avuçluyorum. bütün. şimdi
akdeniz.
ortak. öyle büyük ki zaten bütün uluslara yeter,
tuzu ve karidesi ile -karides malum deniz tekesi-
ve bütün cinsel isteğimle akdenizi avuçluyorum.
hazırlanıyorum -hâlâ- yanılmışların ve hazırların gecesine
ölmüş bütün babaları suçluyorum. babalarla
ne zorum var aslında. ben ki ölmüş bütün biçimleri kullanıyorum.
güneş vuruyor başıma artık. ortalıktayım
güneş vuruyor
güneş vuruyor
seni ve
göğüslerini ve
akdenizi ve
başıma vuran güneşi birlikte avuçluyorum
saat, saat kaç hâlâ
bilmem? ben güneş saati kullanıyorum.



tarihi bir hazin balkıma gibi
biliyorum kafiyeyi bozduğumu.
başka şeyleri de bozduğumu. ve biliyorum ki
hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider naci'nin
biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile
`içinde bulunan herkesin ölmüş olduğu eski fotoğraflar`da
ve akdenize yelken basan kotralarda
kuytu mağaralarında karadenizin
sessizlik ve görülmezlik bir büyük bahanedir.
adam, şarkısını söyler ve çeker gider
bir büyük meydana çıkınca gözbebeği
ve sıkıntısı bir oda sabahına. tatsız ve
yanlış geçirilmiş bir geceden... ve
kim bilebilir bir ufak pirinç tablete
bozulmaz adımı yazdığımı.
yani eramilden birinin mührüne
yemenden yahut yunandan kalmış
yani sonsuz girdi çıktısından mütarekenin
kim bilebilir bir aldanışın sonunda adımı
bir köprünün
enikonu bir köprünün korkuluğuna kazdığımı
ve bütün tüller, iskarpinler ve seçme şaraplar
ve danteller ve röprödüksiyonlar ve
kocaman çiçekli balkonlar ve bir tüylü şapka için
soğuk denizlerde balina avlarını ve büyük kırımları
şimdi saat kaç?
yıldızlar evet diyor uzaklarda.



Turgut Uyar

12 Şubat 2015 Perşembe

Terziler Geldiler



Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle

daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,

"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."

Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.

"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.

Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."

Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.

"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."

Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,

"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."

kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,

"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."

Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;

"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."



Turgut Uyar