29 Mart 2013 Cuma

Comte de Lautréamont




Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için. Keskin ağızlı bir bıçak aldım, dudaklarımın birleştiği yerlerde etimde yaralar açtım. Amacıma ulaştığımı sandım bir an. Kendi elimle yara açtığım bu ağıza baktım aynada! Bir yanılgıydı! İki yaradan akan kan, gerçekten başkalarının gülüşü olup olmadığını anlamama engel oluyordu aslında. Ama, bir süre karşılaştırma yaptıktan sonra, gülüşümün insanların gülüşüne benzemediğini gördüm, yani gülmüyordum ben, gülüşüm yoktu benim. Çirkin suratlı, gözleri karanlık gözevlerine gömülmüş insanlar gördüm; kayanın sertliğini, dökme çeliğin katılığını, köpekbalığının kan dökücülüğünü, gençliğin küstahlığını, canilerin mantıksız öfkesini, ikiyüzlülerin ihanetlerini, en olağanüstü oyuncuları, rahiplerin kişilik gücünü ve dışardan bakınca en içe kapalı, dünyaların ve göklerin en soğuk yaratıklarını aşıp geride bırakmışlardı; ahlakçılar bitkin düşmüştü, yüreklerindekini görmeye, tanrının amansız öfkesini başlarına yağdırmaya çalışırken. Hepsini bir arada gördüm; kimi zaman, belki de bir cehennem cini tarafından kışkırtılmış, dondurucu bir sessizlikte gözlerine hem yakıcı hem kinli bir pişmanlık acısı sıvanmış durumda, annesine daha şimdiden başkaldıran bir çocuk benzeri en sıkı yumruklarını havaya kaldırdıklarını, bağırlarının gizlediği o alabildiğine adaletsiz ve dehşet yüklü, tutkulu ve düşman düşüncelerini ortaya çıkarma yürekliliğini gösteremediklerini ve bağışlayıcı tanrıyı merhametten kederlendirdiklerini gördüm; kimi zaman, günün her anında, yediden yetmişe insanlara, soluk alan her şeye, kendilerine ve tanrıya karşı mantıksız ve akıl almaz lanetler yağdırırlarken, kadınları ve çocukları kötü yola düşürürlerken, vücudun edep yerlerini kirletirlerken gördüm onları. O zaman, sularını yükseltir deniz, tekneleri dipsiz derinliklerinde yutar; kasırgalar ve depremler yerle bir ederdi evleri; veba, türlü türlü hastalıklar kırıp geçirirdi ailelerini. Ama insanlar anlamaz bunları. Yeryüzündeki davranışları yüzünden utançtan kızarırken, sararırken de gördüm onları; ama pek ender. Kasırgaların kız kardeşi fırtınalar; güzelliğini kabul etmediğim mavi gökkubbe; yüreğimin imgesi ikiyüzlü deniz; bağrı gizemli dünya; öteki gezegenlerin halkları; bütün evren; onu cömertçe yaratan tanrı, sana yakarıyorum: İyi bir insan göster bana!.. Lütfun on katına çıkarsın doğal güçlerimi; çünkü, bu canavarı görünce şaşkınlıktan ölebilirim: Daha azı için bile ölünebilir.

Comte de Lautréamont

6 Mart 2013 Çarşamba

Şeriatî’nin Öze Dönüş Çağrısı / İhsan ELİAÇIK




Ali Şeriati “Hangi öze dönelim?” diye sorar ve sıralar; “1- Eğer “ırksal” (Ari/Fars) özümüze dönersek bu faşizm, nasyonalizm, rasizm gibi ulusal ve ırksal cahiliyete düçar olacağımızdan bu dönüş gerici bir dönüş olacaktır. 2- Eğer “geleneksel dini” (İslâm/Şia) özümüze dönersek bu zaten çöküşün, gelenekçiliğin, cehaletin, gericiliğin, şahsa tapıcılığın, tekrarcılığın ana sebebi değil midir?” (Öze Dönüş; s. 40-41)


O halde hangi öze dönülecektir? Hangi dine, hangi mezhebe ve hangi Şia’ya? Ali Şeriati’nin kastettiği “öz” kendi tabiriyle “diri ve yaşayan bir öz”dür. Bir cümlede özetlersek diyor Ali Şeriati “Dayanağımız, İslâmi kültürümüzdür ve bu kültürel öze dönüş de şiarımız olmalıdır.” Çünkü Şeriati’ye göre bütün özlerden bize en yakın olan öz budur. Şu anda yaşayan, toplumun bünyesinde bir ruh, bir hayat ve iman olarak yaşayan medeniyet ve kültür budur. Bu toplumda bir şeyler yapmak isteyen aydına hayat ve dinamizm verecek olan öz budur.


Fakat hangi İslâmi özdür bu? Şeriati’ye göre İslâm varolan haliyle çöküşün, gelenekçiliğin, cehaletin, gericiliğin, şahsa tapıcılığın, tekrarcılığın ana sebebi haline getirilmiştir. Oysa hakiki İslâmi öz irfan, edebiyat, astronomi ve matematiksel bilimler ve askeri alanlarda yetişen yetenek ve dehalarla dünyada kabul gören bir kültürel özdür. Ve öyle kültürel bir öz ki rönesans geçirmiş bir Avrupalı’ya karşı “Ben büyük İslâm kültürüne mensubum” diyebileceğimiz bir özdür.


Ali Şeriati, görkemli geçmişe sahip bir uygarlığın mirasçısı olduğunun farkındadır. Tıpkı İkbal gibi “Ey doğu milletleri! Şimdi ne yapmalıyız?” veya Mehmet Akif gibi “Nerede İbni Rüşd, hani Gazzali görelim?”, veya Necip Fazıl gibi “Nerede ardından çil çil altınlar serpen ordu, cömert Nil, yeşil Tuna?” diye kendi kendine sormakta, adeta bunun acısıyla kıvranmaktadır; “Bunlar, bu adamlar, bu görüntüler, bu simalar, bu medeni kişilikler, bu doğurgan ve üretken yetenekler, bende ve benim medeniyetimde yaşıyor…”


Ali Şeriati böylesi bir durum karşında suçu “batılılara” yükleyerek işin içinden kolayca sıyrılma kolaycılığına kaçmaz. Tam bir yenilikçi edasıyla önce “içeriyi” sorgulayarak işe başlar: Şu an ki yaşanan din, sorunları, idealleri, düşünceleri çok öncelere, oradan ölüme ve ölüm sonrasına aktaran ve “bu dünyayla” hiç bir işi olmayan bir dindir… Böyle bir dinde insanların tüm işi ahirete yönelmektir. Bu din, ne olgunlukları, ne toplumsal hayatları ve sorumlulukları açısından insanlara, dünyada hiç bir görev duygusu ve sorumluluğu yüklememektedir… Ve öyle bir din ki toplumsal sorumluluk taşıyan her aydın ondan bıkkındır ve ondan kaçmaktadır…


Oysa Şeriati’ye göre İslâm’ı, çöküşün etkenleri olan bilgisiz ve uyuşuk “geleneklerin” tekrarı biçiminden çıkarıp, bilgi veren, ilerici, mücadeleci, uyandırıcı, aydınlatıcı bir “ideoloji” şekline çevirmeliyiz. Çünkü İslâm öze dönmek ve özden başlamak isteyen, ister dinli ister dinsiz aydınlar için, bilgi, bilinç ve sorumluluk verici olmalıdır. Bunun için de toplumda varolan, bizim gerçek insani kişiliğimize ve manevi gerçeklerin derinlerine dayanan, sağlam bir sermaye ve gıdadan beslenen, kendi ayakları üzerinde duran bir “dini öz” yakalamalıyız. Şu halde İslâm’ı toplumsal “gelenek” biçiminden, bir “ideoloji” biçimine, eğitimi yapılan bir “proğram” biçiminden, bizzat bilgi-bilinç-uyanıklık veren bir “iman” biçimine, ahirete yönelik sevap kazanmak için yapılan “ritüel, tören ve gösteriş” biçiminden, insana ölümden önce sorumluluk, hareket ve fedakarlık bağışlayan büyük bir “güç” biçimine sokmak gerekir.


Büyük bir maddeyi patlatan kimliğiyle aydını, toplumuna “aşk ve bilgiyi” geri getirip nesline büyük “Prometeus” mucizesini gerçekleştirecek bir biçim ve çehreye kavuşturmak gerekir. Bu bilgi ve iman ile yüklü mucize açık bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Donukluk aniden harekete, cehalet bilgiye dönüşecektir. Şu bir kaç asırlık çöküntü ansızın bir dirilişe, yaşayan bir kıyamete, bir harekete dönüşecektir. Hem böylece aydın , kendi güçlü, yaşayan ve bilgili “özüne” dönerek Batının sömürgeciliğine karşı duracak ve din gücüyle “uyuşturulan” toplumu yeniden din gücüyle “uyandıracak”, harekete geçirecektir. Üretken ve anlam yüklü bir insan kitlesi olarak ayakları üstüne dikecektir. Hem kendi kültür, medeniyet ve manevi kişiliğini sürdüren bir nesil oluşacak, hem de Allah’ın nurunu yeryüzüne yansıtan birer “Prometeus” biçiminde bir nesil ortaya çıkacaktır.Ali Şeriati burada Prometeus’un İslâm’daki karşılığını peygamber olarak görmektedir. Yunan mitolojisinde Prometeus bilgiyi tanrıdan çalarken, İslam’da Allah peygambere eşyanın isimlerini öğretmekte, bilgiyi vahiy olarak bizzat vermekte ve bununla uygarlığın temelini atmaktadır. Şeriati’ye göre Peygamberin yerini ise bugün ona varis olan “aydınlar” yapacaktır. Prometeus mucizesi dediği şey, peygamber varisi aydınların, Allah’ın vahyi ile toplumlarını aydınlatmaları, yeni bir uygarlık için öncülük yapmaları, toplumu bu ilahi bilgilerle harekete geçirmeleridir…



İhsan ELİAÇIK

3 Mart 2013 Pazar

Basit Bir Düşüş Senfonisi









Burası 9. kat.
İstanbul’un tepelerinden biri burası.
Şimdi başımı aşağı uzatıp derin bir soluk çekip,
gözlerimi kapıyorum.

Yavaşça ayaklarımı kaldırsam yerden,
pencerenin eşiğine çıksam usuldan,
Çerçevelerden tutunup bedenimi dışarı sarkıtsam...
Ölmek için 7. kat makbulmüş.
-kıymetli biri söylemişti-

Ben 9. katta ölmemeyi planlarken,
düşmeyi hayal ediyorum.
Şimdi ne olacak?
Önce soyunmalıydım.
Çırılçıplak düşmeli aşağı.
Çıplağım varsayalım.
Rüzgar…
Saçlarımı rüzgâra göstermeyeli uzun zaman olmuştu.
Omuzlarım,
ellerim,
bacaklarım,
Serin, sert ve korkaklar şimdi...
Derin bir nefes daha...
Uzakta büyük apartmanlar var.
Ufku kapatmışlar.
Güzel bir manzarayla düşmeliydim oysa.
Güzel bir manzara olduğunu varsayalım.
Dağlar... Kilometrelerce uzağımda…
Başlarında beyaz bulutlar,
eteklerinde ağaçlar..
Tuhaf...
İlk defa böyle bir manzara düşlüyorum.
-denizi görmek isterdim hep-
Bir de ahşap bir dağ evi olmalı belli belirsiz.
İçinde hayatlar hayal etmeliyim.
Hayal ettiğimi varsayalım.
İçinde bir nine,
bir de gelin olsun.
Gelinin oğlu olsun.
Oğlan 8 yaşında olsun.
Adı Ali olsun.
Ali beni ömründe hiç görmemiş olsun.
Ali’nin babası avlanırken bir diğer avcı tarafından yanlışlıkla vurulduğundan,
5 yıl önce ölmüş olsun.
Öldüğü gün avladığı beş geyiği,
3 köpek, 5 kedi, 6 tilki.
Gelin dul, Ali yetim, nine oğulsuzluktan,
2 sene hiç konuşmamış olsun…

Burası 9. kat.
Aşağı doğru 8 kat daha var.
Tanımıyorum oradakilerin hiçbirini.
Tanıdığımı varsayalım.
7 kattaki Murat,
2. kattaki Nejat’ın kadim dostu olsun.
Nejat 1. kattaki Hanife Teyze’den
hayır dua almış olsun.
Hanife teyze yanlışlıkla 3. kata çıkmış olsun.
O sırada çöpleri kapıya bırakan Ahmet Abi,
Hanife teyzeyi hiç görmemiş olsun.
Ahmet Abi 6. kattaki Leyla’yla kırıştırsın.
Leyla sevgilisi Nejat’a ihanet etmiş olsun.
Nejat’ın gözü Leyla’dan başkasını görmezken,
5. kattaki Gönül Abla bir gün Nejat’la karşılaşsın.
Nejat’la Gönül 4. kattaki Sevda’yı çekiştirsin.
8. kat boş olsun…

Burası bir pencere eşiği...
Ayaklarım soğuktan uyuştu.
Aşağı doğru bakıyorum,
kimse yok.
Rüzgar ciğerlerimi üşütüyor.
Buradan aşağıya ne kadar zamanda düşülür?
Düştüğümü varsayalım.
Hepi topu 7 saniye eder.


Düşerken

7. kattaki Murat,
6. kattaki Leyla,
5. kattaki Gönül Abla,
4. kattaki Sevda,
3. kattaki Ahmet Abi,
2. kattaki Nejat,
1. kattaki Hanife Teyze,

Beni hiç fark etmezse,
daha mesut olurum.
Kimse görmemeli düştüğümü.

Ama ya ben düştükçe toprak kendini geri çekerse?
Allah’ım ne müthiş bir haz!
Toprağın kendini çektiğini varsayalım.
Benim kendimi bıraktığımı,
kimsenin görmediğini,
benim ölmediğimi…

Rüzgar saçlarıma karışsın,
çıplaklığım boşluğa…
Bitmek bilmez bir seyran...
Kah gökyüzüne döneyim,
kah toprağa...
Bu boşlukta yere düşmeden,
ve hiç düşünmeden,
ölmeliyim...

Öldüğümü varsayalım.
Eyvah eyvah !



Sümeyra Üzer