15 Eylül 2013 Pazar

Middelburg Bölgesi Ulusal Ordu Komutanı Bay Herman Sneiders'a,



Middelburg Bölgesi Ulusal Ordu Komutanı Bay Herman Sneiders'a,

Sayın bayım, geçen hafta yasalar gereği orduya katılmam için belediye ofisine gelmemi belirten bir belge aldım. Bildiğiniz üzere belediye ofisinde bulunmadım ve bu mektubu gelmeye niyetli olmadığımı sizlere açıkça bildirmek için yazıyorum. İyi biliyorum ki ağır bir yükün altına giriyorum, çünkü yasalarca beni cezalandırma hakkına sahipsiniz. Yine iyi biliyorum ki bu hakkınızı kullanmaya çekinmeyeceksiniz. Ancak mevcut durumdan korkuyor değilim. Çünkü beni ayakta tutan sebepler, bu yükü kaldırmamı sağlayacak kadar güçlü.

Bir Hıristiyan olmamama rağmen, insanlığın doğasına, insan zihnine kök salmış bu buyruğu ki bu kutsal emirlerden biridir, çoğu Hıristiyan'dan daha iyi anlıyorum. Genç bir erkekken, bana askerlik zanaatının, öldürme sanatının öğretilmesine izin vermiştim. Artık kararımı değiştirdim. Başkalarının emri ile kimseyi öldürmeyeceğim; vicdanımda sebepsiz yere kara bir leke bulunmasına izin veremem.

İnsanlığı, öldürmekten veya katliamdan daha çok alçaltan başka bir şey söyleyebilir misiniz? Öldürmek gibi bir yeteneğim olmadığı gibi bir hayvanın öldürülüşünü görmeye bile katlanamam; bu yüzden vejetaryen oldum. Ancak şimdi bana hiçbir zarar vermemiş insanları öldürme emri veriliyor; çünkü anladım ki askerlere, ağaçların yapraklarını ve dallarını vursunlar diye öğretilmiyor silah kullanmak. Belki de ulusal ordunun toplumsal düzeni koruduğu yönünde bir savunmada bulunacaksınız. Bay Kumandan, size cevabım şu olacaktır: Sizin savunmanızı ancak toplumumuzda gerçek bir düzen olsaydı, insanlar acı çeker halde yaşamasaydı, bazıları lüks içinde yaşarken bazıları açlıktan ölmeseydi kabul edebilirdim. Ancak o zaman gözümde toplumsal düzenin koruyucuları olurdunuz, şimdi değil. Bay Kumandan, birbirimize oyun oynamak zorunda mıyız? İkimiz de sosyal düzeni korumanın yoksul emekçilere karşı zenginleri desteklemek olduğunu biliyoruz. Yoksa ulusal ordunun Rotterdam'daki son harekette, ne amaç taşıdığını bilmediğimi mi düşünüyorsunuz? Askerler etkilenen ticarethanelerin mallarını korumak için sebepsiz yere saatlerce görev başında olmak zorunda kaldı. Şimdi, bir an bile kendi hakları için mücadele eden emekçileri vurduğumu düşünebilir misiniz? Sanmıyorum ki bu kadar kör olasınız. Sizin istediğiniz gibi o tek tip itaatkâr askerlerden biri haline gelemem.

Bütün bu nedenlerden, özellikle de başkasının emri ile öldürmeye duyduğum nefretten, ulusal bir asker olarak hizmet vermeyi reddediyorum. Sizden, bana ne bir üniforma ne de bir silah göndermemenizi rica ediyorum, çünkü kararlıyım, onları kullanmayacağım.

Sizi selamlıyorum Bay Kumandan.


J. K. van der Veer


















7 Eylül 2013 Cumartesi

Elveda Alyoşa !



ilkyaz sabahlarında uçuk, buğulu, baygın iğde kokularıydı. gün ne kadar sıcak geçecek olsa, şafak vakitlerinin ürpertici, güzel serinliğiydi. birden boşanan sağanaklar ve caddelerin iki yanındaki akasyalara tünemiş binlerce serçenin, insanı sersem eden cıvıltılarıydı. bitmiş bir aşkın can çekişmesi; gece yarısı telgraflarının izinde, postane kapılarında uzun, ezik bekleyişler; bir ayrılıp bir kavuşmalardı. fıstıki yeşil, patlıcan moru entarilerim; gündüz insan, gece kurt yaşamım; yalnız evimin duvarlarına renkli tebeşirlerle yazdığım aşk dizeleri, yarım kalmış bir tutkuyu sökmek için yaşanan kaçamak çılgınlıklardı. meze tabaklarına düşen erik baharları; buzbağ şarabının kadehimizdeki koyu vişne rengi; aylı gecelerde, olmayan bir denizi özlemle aramaya çıktığımız çankaya tepeleri; birden aklımıza esip kendimizi attığımız, ertesi sabah istanbul'da, izmir'de, bursa'da uyandığımız anadolu otobüsleriydi. karpuz yüklü kamyonların arkasında tuz gölünü geçip peri bacalarına vardığımız; ilk hıristiyanların gizli tapınaklarının sükûnetinde, dörtnala sonsuz bir koşu olan hayatımızın tatlı yorgunluğuna çare aradığımız; ufak tefek taşlı yokuşlardan nefes nefese kaleye tırmanıp, alev alev yanan avuçlarımızı ve alnımızı binlerce yıllık tanrıçaların, hitit heykellerinin, donuk mermerlerin serinliğine yasladığımızdı.

forumlar, yürüyüşler, mitingler, işgallerdi. kongreler, toplantılar; tutkulu, ateşli tartışmalar; hırslı, keskin karşıtlıklardı. yurtlarda, kampuslarda öğrencilerle birlikte nöbet tutup sabahladığımız; tüm saatlerin, tüm hayatların bilinmeyen bir devrime ayarlı olduğu, "ho, ho, ho şi minh, daha fazla vietnam"lı, "son sözümüz söylenmedi, kavga yeni başlayacak"lı, çılgın umutlarla dolu masal günlerimizdi. yazı yazarak, yazı tartışarak sabahladığımız; dünyayı, yaşamı, savaşı, devrimi, sosyalizmi, insanı, kendimizi belki bir daha hiçbir zaman yapmadığımız kadar ciddiye aldığımız inançlı, coşkulu, özverili, umutlu 25 yaşımız, 30 yaşımızdı.

külüstür mavi kaplumbağa arabaya balık istifi doluşup, çantalarımızda sosyalizm üstüne, faşizm üstüne kitaplarla cılız çamların altında gizli köşeler aradığımız; yaklaştığını sezdiğimiz fırtınaya karşı çocuksu önlemler, romantik çözümler bulduğumuz; evlerimizden bir sabah çıkıp bir daha uğramadığımız; kuşlar gibi hür, bulutlar kadar uçucu olduğumuzdu. dört bir yana dağılışımızdı sonra... bir gün ders ortasında kürsüden alınıp götürülüşüm; evlerimizi, hayatlarımızı, kimliklerimizi didik didik eden tomsonlu, postallı 'hâki'ler - birkaç afiş, birçok dergi, kitap, külüstür daktilom, arkamdan mahzun bakan küçük kara kedim, kuşkulu, korkulu bakışlarını üzerimde hissettiğim apartman komşuları; bir bölük silahlı asker arasında komik miki fimlerini andıran gülünç halimdi. gözü bağlı götürüldüğüm kışlaların rutubetli, taş işkence odalarındaki kapana kısılmış fare korkum, kadınlar koğuşunun havalandırma avlusundan görülen mavi boyalı yoksul gecekondular, sonbahar sislerinin masal bahçelerine dönüştürdüğü kırlar, söğüt ağaçları,demir kapılar kapandıktan sonra içilen demli, sıcak çayların buruk mutluluğuydu.

bugün içimde incecik bir hüzün, seni düşündüm alyoşa. oysa aramızda hüzne en yabancı olan sendin. duvarlarımdaki aşk şiirlerin - "seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi / geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı musluğa dayayıp su içer gibi" - nazım'dan bile olsalar, devrimciliğe yakışmaz sayıp çocuksu bir öfkeyle silmeye çalışırken; öğrenci forumlarında, tartışma toplantılarında, işçi mitinglerinde kendine ve fikirlerine sonuna kadar güvenli, kendi doğrularından hiç kuşku duymayan ateşli konuşmalar yaparken; kendi aramızdaki bitip tükenmez tartışmalardan sıkılıp, lafı "az laf, çok iş," diye noktalanırken; ya da keyifli bir gününde, koca bir tepsi hamsili pilav yapıp, yarısını daha sofraya oturmadan silip süpürdüğünde, gözlerini yere eğip mahcup gülümserken, hüzün yanına yaklaşmaya bile cesaret edemezdi.

kedileri, kâğıttan binbir çeşit hayvan yapmayı, hamsiyi ve tatlıları severdin. alyoşa adına hak kazandıran çocuksu iyimserliğin, saflığın, gözükara aceleciliğin, hep harekete, işe, eyleme dönük didinmen... bir yanından bakınca öte yanı görebileceğim duygusuna kapılırdım. "yaşam dolu" denilemez, hayır! ağaçlar, otlar, geyikler, kediler, sular gibi yaşamın, doğanın gıllıgışsız, dümdüz bir uzantısıydın sen! insanları biraz buğulu, biraz gizemli kılan, coşkuyu törpüleyen, heyecanı yatıştıran, eylemi arkaya itip duyguyu öne çıkaran hüznün ne ilgisi var seninle!

dört bir yana dağılmış kitaplar, dergiler, kâğıtlar arasında nasıl da coşkulu, hummalı, hırslı çalışırdık... hatice abla fasulye pilakisini, havuç salatasını, zeytinyağlı dolmaları dünden yapıp buzdolabına koymuş olurdu. işe içki karıştırmamalı kuşkusuz! yine de bir yerlere zula ettiğim şarabı son dakikada biraz ürkek, biraz mahcup masaya koyarken bir tek senin gözlerini arardı gözlerim. yine böyle bir gündü: hani alyoşalık payesini artık bir daha hiçbirimizin unutamayacağı biçimde hak ettiğin sonbahar akşamı... kızgın kızgın homurdanma! yüz yaşına gelsek bile, birlikte her sofrada, her içki masasında anımsayacağız. adaşımın bir yerlerden bulduğu, günün sürprizi olarak sakladığı siyah etiketli skoç viskiden payına düşeni, "ben içmem," diye itiraz etmeye de çekinip, kimselere göstermeden gizlice mutfak musluğuna dökerken yakalamıştık seni. alyoşalığın bir kez daha tescil edilmişti o gün.

bahçelievler son durak... elimde köşedeki kuruyemişçiden alınmış leblebi, şamfıstığı, dutkurusu, fındık, üzüm paketim. çantamda bir küçük konyak ve notlar, kâğıtlar, kitaplar, dergiler... tam donanımlı askerler gibi hazırlandık çalışmaya. yine sabah sabahlayacağız. derginin yetişmesi gerek. dünyanın, tarihin, türkiye'nin, tüm insanların sorumlululuğu omuzlarımıza yüklü. buram buram inanç, umut, sosyalizm, devrim olan ankara günlerimiz! daktilo başında sabahladığımız; geleceğin ve dünyanın avuçlarımızın içinde olduğuna inandığımız; gece otobüslerinde, ankara'yı istanbul'un işçi semtlerine, öğrenci eylemlerine, basımevlerine, grevlere bağladığımız; serin şafak vakitlerinde iğde kokulu yollardan geçerek evlerimize, işlerimize dağıldığımız ankara günlerimiz!..

belki de bugün, şafakları iğde kokan uykusuz gecelerden onlarca yıl ve binlerce yol uzakta, sabah erken bastıran hüznün asıl anımsattığı, sen değildin de, o günlerdi alyoşa. tüm yaşantımızın hem çok gerçek, hem de masal olduğu; hayallerin, coşkuların, umutların sınırının nerede bitip gerçek dünyanın nerede başladığının bilinmediği; henüz yaşanmamış acılara, ayrılıklara, ölümlere, işkencelere, zındanlara, geleceği acılı, karanlık kılan ne varsa hepsine meydan okuduğumuz günler...

belki türkiye'den gelmiş bir gazetenin iç sayfalarında gördüğüm küçük fotoğrafındı sabah sabah hüzünlendiren beni. hiç yaşlanmayacağını sandığım, çocuksu, aydınlık, hiçbir şey saklamayan, hiçbir gizi olmayan yüzün... belki de hüzün o fotoğraftaki biraz bezgin, çok, ama çok yorgun ifadede, aklaşmaya yüz tutmuş saçlarında, sertleşmiş çizgilerinde, yorgun bakışlarındaydı; belki de, gazetecinin yönelttiği sorulara verdiğin ölçülü biçili, ağırbaşlı yanıtlardaydı. "alyoşa'nın önüne geçilmez yükselişi" şakamızda saklı olandı; yazdığın son mektubunun "kendimi yorgun hissediyorum. artık viskileri musluğa dökmüyorum, kendi çapımda çok içtiğim bile söylenebilir" dediğin satırlarıydı... ama asıl, ne çocuk yüzündeki yorgun ve yaşlı bakışlar, ne içki içmeye başlamış olman, ne bir daha asla yakalanamayacak güzel bir geçmişe duyduğun özlem! hayır, hiçbiri değil, asıl gazetecinin sorularına verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, "aklı başında"lığında, hesaplılığındaydı hüzün." artık iyimser olamıyorum," demendeki gizli boyun eğişte, kanıksamışlıkta, artık olduğun gibi olmanda, artık hiçbirimizin eskisi gibi olamamamızdaydı...

istanbul günlerimizde, cağaloğlu'ndan sirkeci'ye yorgun argın inip bir an dinlendiğimiz üsküdar vapurlarında, bir yandan güneşi batırıp bir yandan usul usul konuşurken - ne çok konuşurduk, ne kadar sözümüz vardı söylenecek! - batan güneşin sarayburnu önlerindeki oynak denizde bıraktığı izleri görmediğini düşünürdüm hep. sofralar kurulurken oburca bir iştahla yarıladığın mezelerin tadına varamadığını; içkilerin tadı gibi karmaşık duyguların tadını alamayacağını düşünürdüm. seni, biraz da bu yüzden, hiçbirimizin tam beceremediğimiz bir işi, alyoşa olmayı başarabildiğin için severdik. şimdi, güneşi dünyanın dört bir yanında batırdıktana sonra, ufuktaki son kırmızı çizgilerin güzelliğini, nadide mezelerin ağır ağır yenmesi ve konyağın balon kadehlerde, avuçta ısıtılarak içilmesi gerektiğini, karmaşık duyguları, sinsi acıları, yengileri, hele de uzlaşmaları öğrendiğinden beri, alyoşa adı artık hiç uymuyor, hiç yakışmıyor sana.

gazetenin iç sayfalarında bir köşede, senin küçük fotoğrafının yanında, kızıl meydan'ın köşesindeki o peri masalı kiliseciğin resmi var. - geceleri, sütlü lacivert gökyüzünde kremlin'in kızıl yıldızı parladı. masal kilisesinin rengârenk, çiçek çiçek kubbelerinin, kulelerinin hemen karşısında lenin'in anıt mezarının önü, törensel nöbet değişimini izlemeye gelenlerle dolardı. arkada kızıl bayraklı, kızıl yıldızlı kremlin, yüzyılımızın gerçekleşmiş sandığımız en büyük masalınının, en güzel umudunun kutsal simgesi gibi kale duvarlarının ardında saklanırdı. - masal kilisesinin resminin altında 'kızıl meydan değişiyor', başlığı... senin fotoğrafının yanına iri siyah puntolarla, senden bir alıntı: 'çağın değiştiğini görmek, değişime uymak zorundayız.'

ne olur bu kadar doğru, gerçekçi, akıllıca konuşma alyoşa! ne olur en pahalı, en nadide içkileri yine musluğa dök. böyle kibar bir doygunlukla oturma, oburca saldır yemeklere. tüm aşk şiirlerini duvarlardan değil de kitaplardan bile söküp at istersen! ne olur eskisi kadar aldırmaz, coşkulu, hesapsız, aceleci, öfkeli, uzlaşmasız ol. siyasal hasımlarına söv, say! yalan söyle:"hiçbir şey değişmedi, dimdik ayaktayız" de! yüzündeki o yaşlılık maskesini, bakışlarındaki donukluğu at, çocuk gülüşünle gül gazete sayfalarında. masal bitmesin alyoşa, korkuyorum! masal şatoları yıkılmasın. cadılardan, devlerden kaçarken yolunu yitiren çocuklara yollarını gösteren yakuttan masal yıldızları yere düşmesin, parçalanmasın!..

her şey yıkılıyor... duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller, hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey... her şey tuzla buz, paramparça!..

merhaba yeni dünya!

elveda alyoşa!

Oya BAYDAR

5 Eylül 2013 Perşembe

Açık Atlas



Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
Tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
Su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
Bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

Meseler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardir?

En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
Yalnız Orta Doğu'da el altında satılan bir atlas
Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

Bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çit, usul isa asi olmuş
İkinci karnede babası yarısını silahıyla dışarda bırakıp
Öyle ögretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğun
Boş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

Açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasin Fırat ama

Hayatin orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocuklarin
Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

Efendiler! Eşekler susabilirler
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?


Ece Ayhan