23 Aralık 2014 Salı

Yırtılan İpek Sesiyle


Sen bir çocuksun, annen sinirden bir de sevinçten doğurdu seni

yırtılan ipek sesiyle;

Bir çocuksun sen, bedeviler gibi ezberindeki şiirlerle bulmak 
zorundasın çölde yitirdiğin yolu; yeryüzü şenliğinin azımsanamaz 
bir parçasıdır yaktığın ateş, kıvrıldığın dönemeç, açtığın şemsiye,
kucakladığın yaşlı ağaç; iyi bir çocuksun; tuhaf çocuksun; ağzını 
burnunu tıkasalar gözlerinle soluk alırsın; gözlerini bağlamaya 
kalksalar el ve ayak tırnaklarınla; kalsiyum ve kalker destekler
seni, yeraltı suları destekler seni

yırtılan ipek sesiyle;

Bütün evler boşaltılmış, herkes dışarı dökülmüş; taşıtlar adam 
almıyor, sinemalar tıklım tıklım, sokaklarda insan başlarından 
bir nehir; meydanlarda insani tabaka görülmemiş bir çiçeğin 
taçyaprakları gibi

yırtılan ipek sesiyle;

Sen ve seninkiler ovalarda değil, denizlerde değil, durgun ve 
çalkantısız ve bulanık ve ılık göllerin dibinde büyüdünüz, sıkış 
sıkış, en yalın, en ilkel, birbirinizi yiyerek. Arada sırada 
güvercin kanadı bir aydınlıkla taranıyordu bakışlarınız, o kadar. 
Bu yüzden seni başarı hanesine yazmıştır mavi oksijen; desteklemiştir 
seni

yırtılan ipek sesiyle;

şimdi hınçla ve karışık dülüncelerle üflenmiş camdan burkulmuş 
altın halini görüyorsun güneşin

yırtılan ipek sesiyle;

bir arkadaşın vardı ki
neşeliydi el ilanları kadar
ve gözlerinde küçük bir çayır sesi;

biri de vardı ki
on yıl kadar önce Yenikapı'dan
kesilmiş odun yığınları arasından geçerken
ne gelirse söylerdi ağzına
her şeyi öperdi;

hep alçak sesle konuşan
biri de vardı ki
kederini soylu kılmak için
yüreğindeki kurşun yarasına
aşktandır derdi

yırtılan ipek sesiyle;

Biri de vardı ki
operetlerde harcadı seni

Yeraltı suları bir sebzelikten geçer gibi tatla geçiyor cesetler 
arasından; alaca bir çabayla maden damarları arasından; boğazlanmış 
hazine şehirlerinden;akasyaların, başı-bağlı söğütlerin, telaşlı 
katırtırnakların, mis keçilerinin, ağırlıklı merinosların altından. 
Serinliğim duyurmayın anama. Hep "ateş,tutuş, yan" diye bildi bizi; 
karışmasın aklı fikri. "Diyordu peder"

yırtılan ipek sesiyle;

ve şehir. Ve Galata Kulesi (1514 yılında Bizanslılar zamanında
şapkası uçmuştu, 1967'de Türkler tarafından sünnet edildi), binalarını
çevresinde toplamış, yaklaşmakta olan bir fırtınaya rahatça göğüs
germenin yollarını arıyor, görüşmeler yapıyor: kavminin başında,
ve en önde, Cehennemin kapısını çalmaya hazırlanan Firavun gibi

yırtılan ipek sesiyle;

evet, işte tıpkı öyle,
Zurayk destekler seni

Evet sevgilim, vücutlarımızın arasında binbir titizlikle kurduğumuz 
berzah, coğrafya anlamından taşmakta ve mimari bir olanak halinde 
uzanmakta şimdi

yarının çocuklarına,

yırtılan ipek sesiyle

Cemal Süreya

10 Kasım 2014 Pazartesi

Alışılmış Bir Vakit Tanımlaması



Bir alışılmış vakit – her gün geliyor-
Sabahla öğle arası
Yaslanmışım koltuğuma, ağzımda sigaram
Okuyup bitirmişim çoktan gazetemi
Yağmur yağacak, peki, yağsın ve bitsin
Bir uzaklığı teraziyle ölçer gibi
Göğsümde yoğunlaşan sıkıntı
Ve
Masamın üstü karmakarışık
Şiirlerin de eski tadı kalmadı.

Sahi ne demek
Nasıl oluyor
Sardunyası çapraz bir gün ışığı
Tekel birasının tadı
Çıkmalı, birine filan mı uğramalı.

Radyoyu açıyorum, açar açmaz kapatıyorum
Çeviriyorum pikabı
Bugünlerde Mozart’ı seviyorum en çok
Kim ne derse desin Mozart’ı
Ve yağmur başlamadı.

Bir sigara daha
Neden kimse bugüne kadar
Kendini açıklamadı
Gizli bir hüzün dolanıyor gövdemi – neden -
Türü kalmamış çiçeklerden bir uzantı
Kabına bakıyorum plağın
İnsanlar, insanlar, hepsi birden bir gökkuşağı
Yağmura taktı aklımı, hayır başlamadı.

Yağarsa
Belki bir görümlük yaşamın tadı
Vurup pencereme gidecek
Belki tat bile değil, sanrı
Bu alışılmış vakit böyle her gün geliyor
Sabahla öğle arası.

Ben Etiler’de oturuyorum – herkesin bir adresi olmalı-
İniyorum yokuş aşağı her gün
Denize uğramadan yapamıyorum
Öğleyle akşam arası, akşamla öğle arası
Alışılmış vakit uzun uzun bitiyor
Açıyorum hafifçe kapalı dudaklarımı
Nereye
Turgut’a sormalı, iyi bilir O
Elinde limonlu votkası.

Ey masalar, ey iskemleler
Edip’in yeri boş mu, köşede masanın yanı
Değilim ben böyle mahzun
Öyleyse pulsuz bir dilekçe nasıl olmalı
Unutup baharı bile nasıl olmalı.

İşte
Turgut’a gidiyorum, yağmur nasılsa yağmadı.

Edip Cansever

8 Ekim 2014 Çarşamba

Ravachol'un Savunması



Ravachol, bir dizi bombalama eyleminin ardından cinayetle yargılandığı davada aşağıdaki konuşmayı yapmaya çalışmıştı. Amacı suçlu olduğunu inkâr etmek değil, aksine suçunu kabul edip nedenlerini açıklamaktı. Duruşmanın tanıklarına göre birkaç kelime söylemesinin ardından yarıda kesilen konuşmasını asla yapamadı. Kısa bir süre sonra da giyotinle idam edildi.

Konuşuyorsam, nedeni suçlandığım eylemlerden ötürü kendimi savunmak değil, çünkü bunun tek sorumlusu, örgütlenme şekli nedeniyle insanları sürekli birbirleriyle kavga etmeye zorlayan toplumdur. Aslında, tüm sınıflarda ve tüm konumlarda, eğer sonucunda bir avantaj elde edeceklerse, hemcinslerinin ölümünü demeyeceğim çünkü kulağa hoş gelmiyor, ancak hemcinslerinin bahtsızlığını arzulayan insanlar olduğunu görmüyor muyuz? Örneğin, bir patron rakibinin ölmesini arzulamaz mı? Keza, iş adamlarının tamamı da yaptıkları mesleğin sağladığı avantajlardan yalnızca kendilerinin faydalanmasını umut etmezler mi? İşsiz kalan bir işçi, iş bulabilmek için halen çalışan birisinin şu ya da bu sebeple işinden atılmasını umut etmez mi? O hâlde, böyle olayların yaşandığı bir toplumda, yaşamak için her türlü aracı kullanmak zorunda kalan insanların sürdürdüğü varoluş mücadelesinin mantıksal sonucundan başka bir şey olmayan, benim suçlandığım türden eylemler karşısında şaşırmak için ortada hiçbir sebep yoktur. Her koyun kendi bacağından asıldığına göre, muhtaç durumda olan birisi şöyle düşünmez mi: “Pekâlâ, mademki işler böyle yürüyor, o zaman karnım aç olduğunda elimdeki araçları kullanırken tereddüt etmem için bir neden yok, geride kurbanlar bırakma pahasına olsa bile! Patronlar, işçileri kovduklarında onların açlıktan ölüp ölmeyecekleri hakkında endişe duyuyorlar mı? Bolluk içinde yaşayanlar, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan insanlar olup olmadığı konusunda endişeleniyorlar mı?”

Bu insanlara yardım eden bazıları var, ancak muhtaç durumdakilerin hepsini kurtaracak güçten yoksunlar; onlar, ya çeşitli türden yoksunluklardan yüzünden genç yaşta ölüp gidecekler ya da sefil varoluşlarını sona erdirmek, sayısız utanç ve aşağılamayla birlikte açlığın zorluklarına daha fazla katlanmak zorunda kalmamak için yaşamlarına kendi elleriyle son verecekler; bu acıların bir gün sona ereceğine dair en ufak bir umutları bile yok. Çocuklarının acı çektiğini daha fazla görmemek için onları öldüren Hayem ve Souhain aileleri; çocuğunu besleyememe korkusuyla, aşklarının meyvesini gönüllerinde yok etmekte tereddüt etmeyen kadınlar bu nedenle vardır.

Bu yaşananların hepsi, her türlü ürünün bolca bulunduğu koşullarda cereyan etmektedir. Eğer bu olaylar ürünlerin kıt olduğu, kıtlığın kol gezdiği bir ülkede gerçekleşseydi, olup biteni anlayabilirdik. Ancak, bolluğun hüküm sürdüğü, kasap dükkânlarının etle, fırınların ekmekle dolup taştığı, elbise ve ayakkabıların mağazalarda üst üste yığıldığı, boş duran konutların olduğu Fransa’da! Durumun tam aksi olduğu açıkça görülebilirken, toplumda her şeyin çok iyi olduğu nasıl kabul edilebilir ki? Kurbanlar için üzülecek, ancak size bu konuda ellerinden hiçbir şey gelmediğini söyleyecek pek çok kişi var. Herkes elindekiyle idare etsin! Çalışırken temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan birisi işini kaybettiğinde ne yapabilir? Tek yapabileceği, açlıktan ölmeyi beklemek olabilir. Cenazesinin arkasından dindarca birkaç cümle söylerler. Benim başkalarına bırakmak istediğim şey buydu. Kaçak mallarla uğraşan bir kaçakçı, bir kalpazan, bir katil ve bir suikastçı olmayı tercih ettim. Dilencilik yapabilirdim, ancak bu küçük düşürücü ve korkakça bir şey; hatta yoksulluğu suç ilan eden yasalarınızın da yasakladığı bir şey. Eğer muhtaç durumdaki herkes beklemek yerine, nerede ve hangi araçlarla olursa olsun el koyarsa, hâlinden memnun olan kimseler, endişenin daimi ve yaşamın her an tehdit altında olduğu mevcut toplumsal durumu kutsamayı istemenin tehlikeli bir şey olduğunu belki biraz daha çabuk anlayacaklardır.


Ahlaki ve fiziki bir barış için suçu ve suçluları doğuran nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyen anarşistlerin haklı olduklarını çok geçmeden anlayacağız. Çektiklerinin bir gün son bulacağına dair küçücük bir umudu bile olmaksızın geçmişte katlanmak zorunda kaldığı ve gelecekte de katlanmak zorunda kalacağı yoksunlukların neden olduğu yavaş bir ölümü kabullenmek yerine, içinde ufacık bir enerji kırıntısı bile varsa, ölüm riskini (ki bu yalnızca çektiği acıları sona erdirecektir) bile göz alarak, iyi bir şekilde yaşamasını sağlayacak şeyleri şiddet kullanarak almayı tercih edenleri sindirmekle bu amaçlara ulaşamayız.

Dolayısıyla, üstünkörü bir şekilde olsa bile nedenlere asla dokunmaksızın sonuçların üzerine giden yasaları daha da katılaştırmaktan başka bir şey yapmayan toplumun bu barbarca hâlinin mantıksal sonucundan ibaret olan eylemleri; suçlanmakta olduğum eylemleri gerçekleştirmemin sebebi işte budur. Hemcinslerinizi öldürecek kadar acımasız olmanız gerektiği söylenir, ancak bunu söyleyenler, bunu yalnızca aynı kaderi paylaşmaktan kaçınmak için yapmaya karar verdiğinizi görmezler.

Aynı şekilde siz beyler, siz jüri üyeleri de hiç şüphesiz ki beni ölüm cezasına çarptıracaksınız, çünkü bunun gerekli olduğunu düşünüyorsunuz ve benim ölümüm, insan kanının aktığını görmekten nefret eden sizler için bir tatmin kaynağı olacak; kendi varoluşunuzu güvenceye almak için insan kanının akmasının faydalı olduğunu düşündüğünüzde, benim gibi siz de tereddüt etmezsiniz, ancak bir farkla: Siz bunu hiçbir risk almadan yaparken, bense bunu hayatımı riske atarak yaptım.

Evet beyler, yargılanacak suçlular yoktur, yok edilmesi gereken suç nedenleri vardır! Yasa koyucular, Ceza Kanununun maddelerini yaparlarken nedenlere değil yalnızca sonuçlara saldırdıklarını, böylece de suçu hiçbir şekilde yok etmediklerini unuttular. Aslında, nedenler var olmaya devam ettikçe sonuçlar zorunlu olarak nedenlerden ortaya çıkacaktır. Suçlular daima olacak, çünkü bugün burada birini ortadan kaldırsanız bile, yarın on tane daha doğacak.

Peki, ne yapmak gerek? İnsanların tüm ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayarak yoksulluğu, yani suçun tohumunu yok edin! Ne kadar gerçekleştirilmesi güç bir şey! Tek yapılması gereken toplumun yeni bir temel üzerinde; her şeyin ortaklaşa olacağı, yeteneği ve kuvveti ölçüsünde üreten herkesin ihtiyaçlarına göre tüketebileceği bir temel üzerinde kurulması. Ancak ve ancak bu olduğu zaman, kurbanı ve kölesi hâline gelecekleri bir maden için dilenen Notre-Dama-de-Grace münzevisi ve benzeri insanları artık görmeyeceğiz! Sevginin samimi olup olmadığını görmekten sıklıkla bizi alıkoyan, aynı maden karşılığında sıradan bir ticari malmışçasına cazibelerini sunan kadınları artık görmeyeceğiz. Yine, bu madeni elde etmek için öldüren Pranzini, Prado, Berland, Anastay gibi insanları artık görmeyeceğiz. Bu, tüm suçların nedeninin daima aynı olduğunu gösteriyor ve bunu görmemek için aptal olmanız gerek.

Evet, tekrar ediyorum: Suçluları yaratan toplumdur; sizler, jüri üyeleri, zekâ ve gücünüzü vurmak yerine toplumu dönüştürmek için kullanmalısınız. Tüm suçları bir hamlede bastırabilirsiniz. Suçun nedenlerine saldırma çabanız, suçun sonuçlarını cezalandırırken kendi kendini küçük düşüren adaletinizden çok daha büyük ve verimli olacaktır.

Ben sadece eğitimsiz bir işçiyim; ancak, yaşamım yoksulluk içinde geçtiği için baskıcı yasalarınızın haksızlığını zengin bir burjuvadan daha fazla hissediyorum. Yaşama ihtiyacıyla dünyaya gelen, karnını doyurmak için yoksun olduğu şeyleri bulmak zorunda olan bir insanı öldürme ya da hapsetme hakkını nereden alıyorsunuz?

Yaşamak ve ailemi geçindirmek için çalıştım; kendim ve ailem çok fazla acı çekmediği sürece dürüst dediğiniz şekilde yaşamaya devam ettim. Sonra çalışma olanakları giderek azaldı ve işsizlikle birlikte açlık geldi. İşte ancak bundan sonradır ki doğanın büyük yasası, hiçbir cevabı kabul etmeyen o buyurgan ses, yani korunma içgüdüsü, suçlandığım ve faili olduğunu kabul ettiğim suçlarla kötü davranışların bazılarını yapmaya beni mecbur bıraktı.

Yargılayın beni, jürideki beyler, ancak beni anladıysanız, beni yargılarken yoksulluğun doğal gururla birleşerek suçlular hâline getirdiği, oysa refahın ya da rahatın dürüst insanlar hâline getireceği tüm bedbahtları da yargılamış oluyorsunuz.

Zeki bir toplum onları da tıpkı diğerleri gibi birer insan olarak anlayacaktır.

Ravachol | 1892

2 Ekim 2014 Perşembe

Dünyada


Kent sabahıdır, bilmemek olmaz,çıkardı
Kendisiyle bir uğultuyu çıkarırdı sokaklara
Yıkanmış o ağız kokularından,çoğalmalardan
Sen bir susun, bağırmak benim işim
Ağırım,isyanlara doğruyum,yataklardanım

-üstüme sinmişliğin var-
İşe yaramaz şeylerin güzelleştirdiği dünyada
Sen bakma ey,mutlaka seslenmeliyim
Aşka hiç benzemiyen o yalnızlıktan
-üstüme sinmişliğin var-

Bir eve girmek, …..
Dağınık dağınık dağınık eviçlerinde
……..
Toplandıkça dağılan eviçlerinde
Direne direne gelen en diri ortaçağdan

-üstüme sinmişliğin var-

Her sabah bir intihardır çıkışlarım,dünyada

-üstüme sinmişliğin var-
Sürekli denizler,sürekli olmalar,sanki öyle birşey
En güzel kalan yastıkta bozulmuş saçlardan
Birşeyi bırakmak,birşeyi almaya gelmek sonra
Sonra yasak balkonları göz ucuyla ölçmek
Çini kaseler akşamı ve bardaklar akşamı
Dünya kapıyor gözlerini bir gece çağır, ben burdayım
Ben burdayım
Gece gece gece gece gece gece gece en sonsuz gece
Ben burdayım
-üstüme sinmişliğin var-

Ben uzun zamanlardayım aslında
Vazolar,ufak masalar,taşlar zamanında
Bir nehir çoğalır giderdi sıkıntımızdan
Bir kent bu yüzden büyürdü,dünyada
Bir ihtilal ölüverirdi birden bizde
O sokaklardan

-üstüme sinmişliğin var-

Sanki bin yıllık sinmişliğin var
Sonuna vardıkça artan o konuşmalardan
Güncelerin kestiği, ekmeklerin aşındırdığı
Dünyada
Sen birşeydin, bakılır sevilirdin
Tozların alınırdı, ürpertilirdin
Konuşmak bizi çıkılmaz bir sokağa götürürdü
Bir yalnızlığa böyle
Kim varsa bir yalnızlığa giderdi,dünyada
Bütün çiçekler,bütün kelimeler bir isyandı
Ey bakın, ey bakın bakın bakın
Dünyada
Ne zaman

Ben seni uyuttum, seni karıştırdım,seni şaşırdım
Birşeyler akıp akıp giderdi, dünyada
Başvurduğum bir şeydin, yalnızlığım gibi
yanında sonsuz durduğum
Ağlamaktı en uzun neşesi kızların bir zaman
Olsun olsun, güneş olsun güneş olsun,olsun
Büyüsün o şeyler,büyüsün bu sarılan şey
Birisinin birşeylerin olduğunu bilmek var,dünyada
Sakın kapanma,dur,ey şuramdaki beni boşaltan delik
Ey büyüyen birşey sakın durma, dünyada

-üstüme sinmişliğin var-

Turgut Uyar

15 Eylül 2014 Pazartesi

Anı



Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 

Neredeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma 

Sevdiğim çiçek adları gibi 
Sevdiğim sokak adları gibi 
Bütün sevdiklerimin adları gibi 
Adınız geliyor aklıma 

Rahat döşeklerin utanması bundan 
Öpüşürken bu dalgınlık bundan 
Tel örgünün deliğinde buluşan 
Parmaklarınız geliyor aklıma 

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma 

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil unutulur şey değil 
Çaresiz geliyor aklıma. 
  
Melih Cevdet ANDAY

28 Ağustos 2014 Perşembe

Sonsuz ve Öbürü


en değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
sağolunuz efendim
gökyüzünün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz
öğrendim
yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
zamanın boyutlarının sonsuzluğunu
ve havanın bazan kuşa döndüğünü öğrettiniz
öğrendim efendim

ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz
efendim
baskının zulmun kıyımın açlığın
bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın
aşk mutluluğunun ve eski hesapların
aritmetiğin bile


bunları bulmayı bana bıraktınız
size teşekkür ederim.

Turgut UYAR

21 Ağustos 2014 Perşembe

Geceye Şarkı


1

Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.

2

Varsın, son acılar da somutlaşsın bende,
Savunmuyorum kendimi, ey karanlık güçler.
En büyük sessizliğin yolu sizlerden geçer,
O yoldan yürürüz en serin gecelere.
Soluğunuzla daha sesli alevlere boğmaktasınız beni,
Sabır! Yıldızlar kora dönüşürken, düşler kaymakta
Bize adlarını söylemekten kaçınan diyarlara,
Oralara ancak feda edersek girebiliriz düşlerimizi.

3

Sen ey kapkara yürek, ey karanlık gece,
Kimdir yansıtan, en kutsal zeminlerinizi,
Ve kötücülüğünüzün son vadilerini?
Acılarımız karşısında donup kalmış maske -
Acılarımız ve hazlarımız karşısında
Taştan bir gülümseme boş maskenin dudaklarında
Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca kırıldığı,
Üstelik varlığı bize bile kapalı.
Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir yabancı düşman,
Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye didinmemizi,
O zaman daha bir hüzünlü olur şarkılarımız ezgileri
İçimizde ağlayan ise kalır anlaşılamadan.

4

Sensin, sarhoşluğu geçiren Şarap,
Ben, şimdi güzel danslarla kanamaktayım
Ve taçlandırmak zorundayım acımı çiçeklerle!
Bağrındaki en derin anlamın istediği buysa, ey gece!
Kucağındaki bir arpın telleriyim sanki,
Ve son acılarım uğruna şimdi
Senin karanlık şarkın boğuşmakta yüreğimde,
Beni ölümsüz kılıp, bir şişe çevirmekte.

5

Bu huzur - ey derin huzur!
Yok artık dini bütün çan sesleri,
Sen, ey acıların tatlı anası, sen -
Barışın, sanki ölümün enginliği.
Sar o serin ve sevecen ellerinle,
Sar bütün yaraları -
Böylece içten kanasınlar yalnızca -
Sen, ey acıların tatlı anası!

6

Bırak, suskunluğum senin şarkın olsun!
Ne ifade edebilir ki fısıldayışları sana,
Hayatın bahçesinden ayrılmış bir yoksulun?
Bırak, hiç adın olmasın iç dünyamda -
Ruhumda oluşmuş, ama düşlerden yoksun,
Artık sesi kalmamış bir çan gibi,
Tatlı gelini acılarımın,
Ve uykularımın sarhoş gelinciği.

7

Toprakta ölüşlerini duydum çiçeklerin,
Ve havuzların sarhoş yakınmalarını,
Bir de çanların söylediği bir şarkıyı,
Gece ve fısıldayan bir soru;
Ve bir yürek - yaralanmış ölesiye,
Yoksul günlerinin ötesinde.

8

Suskundu karanlık, beni söndürdüğünde,
Gün ortasında ölü bir gölgeydim -
O zaman çıkıp mutlulukların evinden
Yürüdüm gecenin derinliklerine.
Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,
Bir gölge, hissetmeyen günün çoraklığını -
Ve dikenler gibi sana doğrulup gülümseyen,
Senden, yalnız senden yana, ey gece!

9

Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı,
Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını
Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!
Ey gece, ben hazırım artık!
Ey gece, unutmuşluğun bahçesi, darmaduman,
Yoksulluğumun dünyaya kapalı ihtişamında,
Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta,
Gel, ey en yüce zaman!

10

Bir zamanlar gülmüştü içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım parıltılı bahçelerde,
Oyunlarla dansların eşliğinde,
Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.
Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım sancılı bahçelerde,
Kadere boyun eğişin eşliğinde,
Parıltısıyla, yoksulluğun evini nura boğan.
Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine göre o şeytan,
Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde
Ve ölüm karası eşliğinde,
Boş gece yarısının sessizliğiyle dolaşan.

11

Zavallı gülümsemem sana ulaşma çabasında,
Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte karanlıkta.
Artık yolumun sonuna varmak, tek istediğim.
Bırak gireyim senin tapınağına.
Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve dindarca
Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.

12

Gece yarısının derinliğinde, sen
Ölü bir sahilin suskun denizin yanında,
Ölü bir sahil: Bir daha asla!
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gök kubbesin, bir zamanlar yıldızının parladığı,
Bir gök kubbe, artık hiç bir Tanrı'nın çiçek açmadığı.
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Döllenmeden kalansın sıcak bir rahimde,
Ve hiç can bulamamış, öylece!
Gece yarısının derinliğinde, sen

Georg TRAKL

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Solaris


"Söyle bana, Tanrı'ya inanır mısın?"

Snow kaygı dolu bir bakış attı bana:

"Ne? Şimdilerde inanan biri varsa artık..."

"Yo, o kadar basit değil. Dünya'daki dinin geleneksel Tanrı'sını amaçlamıyorum ben. Dinler tarihinde uzman değilim, belki düşündüğüm yeni de değil ama - duyduğun oldu mu insanların hiç ... yetkin olmayan bir tanrıya inandıklarını?"

"Yetkin olmayanla neyi kastediyorsun?" diye kaşlarını çattı. "Bir bakıma eski dinlerin tanrılarının hiçbiri tam yetkin değildi, çünkü özniteliklerinin tümü insan özelliklerinin ululaştırılmış biçimiydi. Tevrat'ın Tanrısı, insanlardan alçalırcasına bir boyun eğiş ister, kurbanlar beklerdi örneğin ve başka tanrıları da kıskanırdı. Yunan tanrıları da küskünlük nöbetleri geçirir, aile kavgalarına tutuşurlardı, hiçbiri insanlardan daha yetkin değildi..."

"Yo." diye sözünü kestim. "Yetkin olmayışı onu yaratan insanların doğru sözlülüğünden gelen bir tanrıdan söz etmiyorum, yetkin olmayışı özsel niteliği olan bir tanrıdan söz ediyorum: Her şeyi bilme yetkisi ve erki sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yaratan bir tanrı... Hasta bir tanrı, tutkuları güçlerini aşan ve bunu da hemen sezemeyen bir tanrı. Saatleri yaratan, ama saatierin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir tanrı. Öyle bir tanrı ki özel amaçlara yarayan dizgeleri, düzenekleri yaratmış, ama bu araçlar sonradan amaçlarını aşmış, amaçlarına ihanet etmiş. O öyle bir tanrı ki öncesizliği sonsuzluğu yaratmış, onunla kendi gücünü ölçmeyi ummuş, ama öncesizlik sonsuzluk şimdi onun sonu gelmez bozgununun ölçüsü olmuş."
Snow duraksadı, ama davranışında son haftaların o hep tetikte duran sakınganlığı yoktu artık:

"Mani dini vardı..."

"İyi ve Kötü ilkesiyle de ilgisi yok." diye kestim hemen. "Sözünü ettiğim tanrının, maddenin dışında bir varoluşu yok. Kendini maddeden kurtarmak istiyor ama boşuna..."

Snow bir süre düşündü:

"Senin betimlemene uygun bir din bilmiyorum. Böyle bir din hiç... Gerekmemiştir herhalde. Doğru anlıyorsam eğer, ki korkarım anlıyorum, evrimleşen bir tanrı senin düşündüğün, zamanın akışı içinde gelişen, büyüyen, gücü durmadan artan, ama yine ele güçsüzlüğünün ayrımında olan bir tanrı. Senin tanrın için tanrılık, bir ereksizlik durumu gerçekte. Bunun için de karamsarlığa gömülüyor. Ama o karamsar tanrı sizin şu insanoğlunuz değil mi, Kelvin? İnsandan söz ediyorsun sen, bir yanıltmaca bu, üstelik yalnız felsefi bakımdan değil gizemci açıdan da bir yanıltmaca."

Sözü ben aldım:

"Yo, insanla da ilgisi yok. Yaptığım geçici tanımla insan bazı bakımlardan çakışıyor ama tanımın pek çok açık noktası olmasından bu. Görünenin tersine insan yaratmaz tanrıları. Dönem ya da çağ dayatır tanrıları insanlara. İnsan çağına ister kulluk etsin ister başkaldırsın, katkısının da başkaldırısının da ereği ona dışardan verilir. Yalnız tek bir insan var olsaydı, eksiksiz bir özgürlük içinele kendi ereklerini kendi başına yaratma deneyine girişebiiirdi sanırsın ama, bu da yalnızca görüntü, çünkü başka insanlar arasında yetişmemiş biri de insan olamaz. Benim sözünü ettiğim varlıksa ancak tekil var olabilir, anlıyor musun?"

Stanislaw Lem

Rüya İçinde Rüya



Bu öpücük senin alnına kondu 

Ayrılıyoruz şimdi 

Bazı şeyleri söylememe izin ver.. 

Sen hatalı değilsin..Sanıyorum 

Günlerim hep hayal içinde geçti. 

Yine de eğer umut bitmişse 

Bir gün veya bir gecede 

Gelecekte ve hiçlikte 

Bu yüzden mi her şey biter? 

Gördüğümüz yada göreceğimiz 

Rüya içinde bir rüyaya döner.. 




Kıyıda dalgaların gürültüsü içinde 

Ayakta duruyorum 

Parmaklarımın arasında 

Altın kum tanelerini tutuyorum 

Azar azar kayıp gidiyorlar 

Parmaklarımın arasından derinlere… 

Ağlıyorum, gözyaşlarım dökülüyor! 

Tanrım, onları daha sıkı 

Tutamaz mıyım? 

Onlardan birini, acımasız dalgalardan 

Kurtaramaz mıyım? 

Bütün gördüğümüz göreceğimiz bu mu 

Bu mudur rüya içinde rüya görmek? 

Edgar Allen Poe

18 Temmuz 2014 Cuma

Andrei Tarkovsky




Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar."
"İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata."
- Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.
Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.
- Sizi sinirlendiren şey ne?

Cevaplaması zor. Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum, ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.
- Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?
Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum.
- Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?
Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca.
- Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.
Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.
- Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.
İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.



- Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.
Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
- Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.
Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.
Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.
Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.
Peki tek başına bir adam, bu normal midir?
Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?
Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.
Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?
Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.
Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?
Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?
Böyle bir kadınla ilşki kuramam ki.
Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?
Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.
Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?
Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.
Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.
Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.
Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?
Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.
Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.
İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.
Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.
Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.
Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?
Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.
Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.
Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.
Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?
Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?
Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.
Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.
Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.
Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?
Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.
Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.
Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.
İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.
Afedersiniz, sizin adınız ne?
İrena.
Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.
Hayır, beni yanlış anladınız.
Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.
Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.
Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.
Temel insanlık durumu ve sizin buna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.
Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.
Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.
Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?
Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?
Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.
Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ısdırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.
Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.
Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?
Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Kim hükmediyor peki?
O.
Nerede O?
(Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.
Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.
Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz.
Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.
Bu Platon’la başlamıştı.
Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor.
Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi izterdiniz?
Bana karşı önyargılısınız.
Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.

15 Temmuz 2014 Salı

KİTABE-İ SENGİ MEZAR I





KİTABE-İ SENGİ MEZAR I 



Hiçbir şeyden çekmedi dünyada 
Nasırdan çektiği kadar; 
Hatta çirkin yaratıldığından bile 
o kadar müteessir değildi; 
Kundurası vurmadığı zamanlarda 
Anmazdı ama Allahın adını, 
Günahkar da sayılmazdı. 
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye 




KİTABE-İ SENGİ MEZAR II 



Mesele falan değildi öyle, 
To be or not to be kendisi için; 
Bir akşam uyudu; 
Uyanmayıverdi. 
Aldılar, götürdüler. 
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü. 
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar 
Haklarını helal ederler elbet. 
Alacağına gelince... 
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin. 




KİTABE-İ SENGİ MEZAR III 



Tüfeğini depoya koydular, 
Esvabını başkasına verdiler. 
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı, 
Ne matrasında dudaklarının izi; 
Öyle bir rüzgar ki, 
Kendi gitti, İsmi bile kalmadı yadigar. 
Yalnız şu beyit kaldı, 
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah'ın emri, 
"Ayrılık olmasaydı."



Orhan Veli KANIK

13 Temmuz 2014 Pazar

Şeyler


"Zengin olmayı isterlerdi. Zengin olmayı bileceklerini sanıyorlardı. Zengin insanlar gibi giyinmeyi, gülümsemeyi, bakmayı bileceklerdi. Gerekli inceliklere, ölçülülüğe sahip olacaklardı. Zenginliklerini unutacaklardı, bileceklerdi zenginlikleriyle gösteriş yapmamayı. Övünmeyeceklerdi bununla. Soluyacaklardı zenginliği. Zevkleri yoğun olacaktı. Zevk alacaklardı yürümekten, gezmekten, seçmekten, değerlendirmekten. Yaşamaktan zevk alacaklardı. Bir yaşama sanatı olacaktı yaşamları.


Bu işler hiç de kolay değildir oysa, tam tersine. Zengin olmayan ama olmak isteyen –bu istekleri çok basit bir nedene dayanıyordu; "çünkü yoksul değildiler"– bu genç çift için bulundukları konumdan daha rahatsızı olamazdı. Sahip olmaya layık olduklarından başka şeyleri yoktu. Daha şimdiden geniş yer, ışık, sessizlik düşleri görürlerken, küçücük konutlarının, günlük yemeklerinin, sözünü etmeye değmeyecek kadar önemsiz tatillerinin korkunç bile sayılmayacak, yalnızca sınırlı –belki de böylesi en kötüsüydü– gerçekliğine gönderilmişlerdi. Ekonomik durumlarına, toplumsal konumlarına uygunluk gösteren buydu. Bu onların gerçeğiydi, yoktu başka gerçekleri. Gel gelelim yanlarında, yörelerinde, yürümeden edemedikleri yollar boyunca, antikacıların, bakkalların, kırtasiyecilerin sergiledikleri şeyler, yapay parıltılar saçmalarına karşın insanı baştan çıkarıyorlardı. Palais-Royal'den, Saint-Germain'e, Champs-de-Mars'dan Étoile'e, Luxembourg'dan Montparnasse'a, Ile Saint-Louis'den Marais'ye, Ternes'den Opéra'ya, Madeleine'den Monceau Parkı'na dek tüm Paris onları sürekli kışkırtıyordu. Sarhoşluk içinde, hiç zaman yitirmeksizin, sonsuza dek ona teslim olmak için yanıp tutuşuyorlardı. Oysa arzu ufukları acımasızca karartılmıştı; gerçekleşemeyecek dev düşleri, yalnızca ütopyaydı."



George PEREC

On Yedi Haiku



1
dağ ve ikindi
neler dediler bana,
unuttum gitti.

2
o engin gece
başka hiçbir şey değil,
koku sadece

3
seher zamanı
uçup giden düşlerim
yok muydu, var mı?

4
o teller ölgün.
Hislerimi anlayan
müziktir bugün.

5
hani bildiğin
badem bahçesi, beni
açmıyor bugün

6
gizemli filmler,
anahtarlar, kitaplar…
yazgımı imler.

7
tavlada pullar.
oynatmadım onları
bugüne kadar.

8
çölde bir yerde
tan ağarıyor- Tek o
biliyor nerde.

9
benimki değil,
aylak kılıcın düşü
savaşları, bil.

10
adam ölmüş, bak.
sakal bunu bilmiyor,
uzuyor tırnak.

11
bu eldi işte,
saçlarını okşayan
senin geçmişte.

12
altı saçağın.
aynada tasviri var
yalnızca ayın

13
ayın altında
uzanıyor o gölge
kendi başına

14
bu solan ışık
ateşböceği belki,
belki bir hanlık?

15
ayça bakarken,
kız da onu izliyor
öbür kapıdan.

16
bülbül uzaktan
durmaz şakır- Avutur
seni bilmeden.

17
yaşlanmış bir el,
hâlâ çiziktirerek
unutmak ister.

Jorge Luis Borges

Gecenin Sonuna Yolculuk


"Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu."

"Tren istasyona girdi. O makineyi gördüğümde atılmakta olduğum maceradan o kadar da emin değildim artık. Molly'yi içimde kalan tüm cesareti toplayarak öptüm. Üzgündüm, gerçek bir üzüntü, kırk yılda bir, herkes adına, benim adıma, onun adına, tüm insanlar adına.

Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.

Bu ayrılıştan bu yana yıllar geçti, nice yıllar... Detroit'a sık sık mektup yazdım, başka yerlere de, aklımda kalan tüm adreslere, bir de onu, yani Molly'yi tanıyan, izleyen birinin çıkabileceği her yere. Asla yanıt alamadım.

Artık umumhane kapanmış. Tek öğrenebildiğim şey bu oldu. O iyi, hayran olunası Molly, eğer hala yazdıklarımı okuyabiliyorsa, bilmediğim bir yerlerde, şunu bilmesini isterim ki ben onun için hiç değişmedim, onu hala seviyorum ve hep seveceğim, kendime özgü biçimde, istediği zaman da buraya gelip ekmeğimi ve kaçamak kaderimi paylaşabilir. Eğer artık güzelliğini yitirmişse de, eh, ne yapalım! İdare ederiz! İçimde ondan kalan o kadar çok güzellik sakladım ki, o kadar canlı, o kadar sıcak, ikimize yetecek kadar var hem de en az yirmi yıllığına, yani iş bitinceye kadar.

Hoş, ondan ayrılmak için bir miktar çılgınlık gerekiyordu hem de pis ve soğuk cinsinden. Her şeye rağmen, ruhumu bugüne kadar korumasını bildim ve Amerika'da geçirdiğim o birkaç ay boyunca Molly bana o kadar iyilik ve düş bahşetti ki, eğer ölüm, hemen yarın, gelip beni alacaksa, eminim, asla diğerleri kadar soğuk, çirkin, hantal olmayacağım."


Louis-Ferdinand Celine

Kör Baykuş



"Yaralar vardır hayatta,ruhu cüzzam gibi yavaş yavş ve yalnızlıkta yiyen,kemiren yaralar.

Kimseye anlatılamaz bu dertler,çünkü herkes bunlara nadir ve acaip gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa,insanlar yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı,hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de,devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç  şarap yardımıyla unutmaktır. Afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkisi geçicidir,acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler"


Sadık Hidayet

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Mikis Theodorakis




http://www.youtube.com/watch?v=-3yPbXWhgtg

"Dünyadan geçip giderken, kimi zaman kendimi olayların vahşi fırtınalarına bıraktığım oldu; nefretin ve zorbalığın fırtınaları gibi. İnsanlar karşısındaki temel tutumum böyle gelişti; ideolojik ve politik eylemlerim de bu temel tutumdan kaynaklandı. Zorbalık, çirkin yüzlüdür. Ondan nefret ederim. Abartmıyorum: iş zorbalıkla savaşmaya geldiğinde, vahşi bir hayvan bile olabilirim. İçimin derinliklerinde kendi kendime açıklayamadığım bir dalga oluşur ve saniyenin onda biri gibi bir zaman parçacığı içerisinde beni sürükleyip götürür. Böyle anlarda ben, artık ben olmaktan çıkarım. İçimdeki insan, artık bir başkasıdır ve bu başkası benim kim olduğumla, nereye gittiğimle, ne istediğimle hiç ilgilenmez. Bu başkası, vahşi bir hayvan gibi pençelerini gösterir. Ben ise, zorbalığın karşıtı neyse, bütünüyle o olup çıkarım... Bütün bunları gözönünde tuttuğumda, neden bazı şeyleri yapıp bazı şeyleri de yapmamış olduğumu çok iyi anlıyorum. Zorbalığa duyduğum nefret, hep önce geldi; benim gözümde tıpkı benim gibi zorbalıktan nefret eden ve onunla savaşan insanlarla birleşmeyi ancak bu nefretten sonra düşünebilirim. Bu sözünü ettiklerim, güzel insanlardır. Çoğu kez kötü, bir deri bir kemik ve pislik içinde gözükseler bile, alınlarında güzelliğin damgasını taşırlar..."

Mikis Theodorakis

1 Temmuz 2014 Salı

Geride Kalanlara Mektup



ölüyorum 
suçlarım için, suçsuzluklarım için
yoksunluk için, bedenimin her parçasında
ve ruhumun her parçasında duyumsadığım
yoksunluk için, seslendirilmeyen, gürültülü sözlerle
yazılmış bir gazete gibi beni buruşturup atan,hani
olanaklı olması için, isimsizliğin, anılmayışın, bilinmezin 
birleşmesinin

yeni bir gün için
muhteşemliği için dışlanmışlığın
manzara için manzara üzerindeki
görüntü için gerçek olan 
nokta için epsilon üzerindeki
ölümün gizi için
korkuda, dehşette ve alın terindeki
kesinlik için, yitirilmiş 
yitirilmiş çözüm anahtarları için


minik kıvılcımı için güvenin, çünkü tohum meyveye dönüşeceği için yok olur
ölümün yalnızlığı için
çünkü tüm bedenler birer cesettir
çünkü ağırdır bu yük, taşınmaz da 
değişim olanağı için 
insanların ve benim mutsuzluğum için, hani sırtımda
ve içimde taşıdığım, çünkü her şey düş gibi görünür, kabus gibi
çünkü her şey doğru değilmiş gibi görünür
çünkü her şey absürt gibi görünür
çünkü her şey burada yok olur, ölür ve geriye devam edecek şeyin kalmaz
devamlılığın özleminden başka 
çünkü artık bu dünyadan değilim ben, hiçbir zaman da olmadım belki
çünkü benim için burada kurtuluş yok gibi 
çünkü sevmeyi beceremiyorum artık, dünyevi bir aşkla 
çünkü bana dokunma
çünkü yorgunum, bitkinim sonsuzca
çünkü çok acı çektim
çünkü gelse bile çılgınca,
sözün tam anlamıyla çarmıha gerildim ben ve sanki
gerçekten canım yanıyor da 
çünkü arınmak istiyorum tüm kötü insanlardan 
ve tüm dünyadan da ve eğer böyle değilse,
suçlu değilim ben bunda da
çünkü artık gereksizim gibi görünüyor.
çünkü aldatılmış hissetmiyorum kendimi, aldatılsaydım eğer
devam ederdim ölmektense, devam eder, suçluyu aradım,
kendimde belki, kim bilir; yok aldatılmış hissetmiyorum kendimi
kim devam etmek istiyorsa yaşama, devam etsin, buyursun
ona sağlık dilerim, ölmek zamanı geldiğinde, ölümü kolay olsun
bana gelince, ben sana geliyorum, tanrım 
sonunda huzuru bulmak için, buna hakkım var.
umarım, buna hakkım var, umarım
çünkü çılgınlık bile kalmıyor bana 
çünkü her yerim korkunç ağrıyor
çünkü ruhum yapayalnız, ölecek kadar
çünkü son kağıt da bitiyor ve yalnızca adımlar
yaşasın yaşam
çünkü başında duruyorum yolun, tanrı beni çekiyor kendine
ve yolun sonunda duruyorum ve ölümü tatmıyorum.

Edward Stachura